ÖZET: Doğu Bloku’nun ortak savunma örgütü olan Varşova Paktı’nın, Sovyetler Birliği’nin liderliğinde Mayıs 1955’te kurulması Soğuk Savaş içindeki kilometre taşlarından birisidir. Federal Almanya’nın silahlandırılarak NATO üyeliğine kabul edilmesi karşısında kurulmuş olan Paktın, barışı koruma hedefi çerçevesinde caydırıcılık yaratması ve gerektiğinde NATO’ya karşı kullanılması amaçlanmıştı. Oysa Sovyetler Birliği’nin politik öncelikleri ve tercihleri doğrultusunda faaliyet göstermiş ve fiilen sadece Pakt üyesi ülkelere karşı kullanılmıştır. Nitekim 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya’ya yönelik müdahaleler, bir üye ülkede sosyalizmden sapılması durumunda tüm üyeler için bir güvenlik sorunu doğacağı iddiasına dayandırılmıştır. 1980’lerle birlikte Sovyetler Birliği’nde başlayan reformlara bağlı olarak Orta ve Doğu Avrupa’daki Sovyet askeri gücünün ve nüfuzunun azaltılması önce Pakt üyesi ülkelerin rejimlerinin değişmesine ve ardından Varşova Paktı’nın lağvedilmesine yol açmıştır.
Soğuk Savaş sürecinde Doğu Blokunun ortak savunma örgütü olan ve kısaca ‘Varşova Paktı’ olarak bilinen ‘Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması’ (Treaty of Friendship, Cooperation and Mutual Assistance), Polonya’nın başkenti Varşova’da 14 Mayıs 1955 tarihinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ile Avrupa’daki yedi sosyalist devlet (Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Demokratik Almanya Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Romanya) arasında imzalanan bir antlaşma ile kurulmuştu. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin silahlandırılarak 1955’te NATO’ya üye kabul edilmesine yanıt vermek üzere, Sovyetler Birliği’nin inisiyatifiyle ortaya çıkan Pakt, Avrupa’daki siyasi, askeri ve ideolojik rekabetin daha da keskinleşmesine yol açmıştı. NATO ve müttefikleri bakımından ‘uluslararası barış ve güvenliğe yönelik en büyük tehdit’ olarak değerlendirilen Varşova Paktı, özellikle Yumuşama (Détente) sürecinde Sovyetler Birliği ile bazı üyeleri arasında yaşanan ciddi gerilimlere karşın varlığını bir süre daha koruyabildiyse de, 1980’lerin sonunda ortaya çıkan dramatik değişiklikler karşısında dağıldı.
Varşova Paktı’nın kuruluş süreci, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar uzanmaktadır. 1945’te savaşın sonuna yaklaşılırken Sovyetler Birliği, Almanya’ya kadar gerilettiği Nazi ordularının ardından gelerek, kendi güvenliği için büyük önem taşıdığını düşündüğü Doğu ve Orta Avrupa’nın önemli bir kısmını denetimi altına almıştı. Nazilerin yenilip ortak düşmanın ortadan kalkmasıyla birlikte sınırlı ve belli bir hedefi elde etmek için bir araya gelen İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki farklılıklar hızla su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Bu ortamda, Almanya’nın siyasi geleceği başta olmak üzere Avrupa’daki düzene ilişkin olarak taraflar arasındaki uzlaşmazlıklar giderek derinleşti. Sovyetlerin gerek coğrafi gerekse askeri ve siyasi bakımlardan savaş öncesiyle kıyaslandığında çok daha avantajlı bir pozisyon edindiği Avrupa’nın, komünizmin etkisine girmemesi gerektiği fikri Batılı müttefikler arasında giderek güçlendi. Aynı dönemde ABD’nin Sovyetler Birliği’nden algıladığı tehdidi karşılamak amacıyla benimsediği ‘çevreleme stratejisi’ 1950’ler boyunca genel olarak ABD ve müttefiklerin yaklaşımlarını belirlerdi. Bu kapsamda ABD’nin 1947 yılında gündeme getirdiği Truman Doktrini ve Marshall Planı, Avrupa’da Sovyetler Birliği karşısında birleşik bir cephe oluşturulmasına yönelik ilk somut girişimler oldu.
Buna karşılık, Almanya’nın Batılı devletlerin işgali altındaki kısmındaki gelişmeler de Sovyetler Birliği’ni endişelendiriyordu. Bu nedenle Sovyetler Birliği bir yandan Berlin’i ablukaya alıp Batılı güçlere geri adım attırmayı denerken, diğer yandan da askeri kontrolü altındaki Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkelerin yönetimlerine müdahale etti. Bu müdahaleler sonucunda, 1948 itibarıyla bölgedeki ülkelerin tümü Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilere sahip sosyalist yönetimlerin denetimine geçmişti. Batılılar bu devletleri ‘Sovyet uydusu’ olarak tanımlıyordu.
Ardından, Ocak 1949’da Sovyetler Birliği liderliğinde Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Romanya, ilerleyen yıllarda dünyanın farklı bölgelerindeki başka sosyalist ülkelerin de katıldığı, Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi’ni (Council for Mutual Economic Assistance – COMECON) kurdular. Bu örgüt, Avrupa’daki sosyalist devletleri Sovyetler Birliği’ne daha da sıkı bağlama amacının yanı sıra, Marshall Planı sonrasında ABD liderliğinde 1948’de kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne verilmiş bir yanıttı. Bu misilleme politikası, Eylül 1949’da Federal Almanya Cumhuriyeti’nin ilanına karşılık Ekim 1949’da Almanya’nın Sovyet Birliği tarafından kontrol edilen bölgesinde Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sürdürüldü.
1949 yılı, Almanya’nın bölünmüşlüğünün resmileşmesi kadar, Batı Blokunun örgütlenmesi bakımından da bir dönüm noktası oldu. Nisan ayında NATO’nun, Mayıs ayında Avrupa Konseyi’nin kurulmasıyla beraber, Avrupa’da komünizme karşı askeri, siyasal ve ideolojik bir cephe ortaya çıktı. Aynı yılın sonlarına doğru Çin’de gerçekleşen komünist devrim ve Sovyetler Birliği’nin atom bombasına sahip olduğunun anlaşılması ise küresel komünizm endişelerini güçlendirdi. Bu endişe, ikiye bölünmüş durumdaki Kore yarımadasında 1950’de başlayan sıcak çatışmayla en üst noktaya ulaştı. Zira, bu örnekte Kuzey Kore’yi destekleyen Sovyetler Birliği’nin Almanya’da da benzer bir hamle yapması olasılığı Batı’nın gündemindeydi.
Aynı dönemde ABD ‘çevreleme politikası’ kapsamında Sovyetler Birliği’nin çevresindeki komünist olmayan ülkeleri örgütlemek suretiyle bölgesel güvenlik örgütleri kurmaya ya da kurdurmaya başladı. 1951’de ANZUS Paktı (Pacific Security Treaty), 1953’te Balkan Paktı, 1954’te SEATO (Southeast Asia Treaty Organization), Şubat 1955’te Bağdat Paktı kuruldu. Sovyetler Birliği’nin çevresini sarmış olan bu örgütlerin hepsi de ABD güvenlik şemsiyesi altındaydı. Bu durumun Sovyetler Birliği’ni sıkıştırdığı açık olmakla birlikte, Varşova Paktı’nın kurulması için asıl gerekçeyi Almanya meselesi oluşturdu.
Kore Savaşı nedeniyle oluşan uluslararası konjonktürde Federal Almanya’nın yeniden silahlandırılması gündeme gelmişti. Almanlardan hala tehdit algılayan Fransa’nın direnişine karşın ABD’nin girişimleriyle Almanya’nın silahlandırılması mümkün oldu. Fransa’nın bir Avrupa Ordusu kurularak bu yapı içinde bir Alman birliğine de yer verilmesine ilişkin önerisi ve bu çerçevede ortaya atılan Avrupa Savunma Topluluğu kurulması projesi akamete uğrayınca ABD’nin de ısrarıyla Federal Almanya 9 Mayıs 1955’te NATO’ya üye olarak kabul edildi. Böylece, 1953’te Stalin’in ölmesi ve Kore Savaşı’nda varılan ateşkesin yarattığı iyimser hava kısa sürede sona erdi ve hemen 10 Mayıs günü Sovyet lider Kuruşçev, Sovyetler Birliği’nin ilerleyen yıllarda da yapacağı gibi, genel bir silahsızlanma önerisinde bulunduysa da, NATO’dan beklediği karşılığı alamayınca, gelişmelere karşılık vermek üzere 14 Mayıs’ta Varşova’da düzenlenen bir konferansla Doğu Blokunun ittifakı Varşova Paktı’nın kurulduğu ilan edildi. Aslında bu ittifaka ilişkin çalışmalar, Federal Almanya’nın NATO’ya kabulü olasılığının güçlenmesine koşut olarak Kasım 1954’te başlamıştı. Hatta Mart 1955’te Sovyetler Birliği tarafından müstakbel üyelere gönderilen mektupta antlaşma taslağı da yer almaktaydı. İşin başında Sovyetler Birliği bulunsa da, kolektif savunma antlaşması önerisi Polonya’dan gelmişti ve konferans da bu nedenle örgüte adını veren Varşova’da yapıldı.
Pakt, o dönemde sadece Sovyetler Birliği değil, diğer üyelerin çıkarları bakımından da anlamlıydı. Federal Almanya’nın NATO’ya girmesi, Demokratik Almanya açısından bir uluslararası örgüte üye olarak tanınma sağlaması bakımından önemliydi. Böyle bir ittifak, NATO üyesi olan Federal Almanya ile resmen kabul edilmemiş sınırlara sahip olan Çekoslovakya ve Polonya bakımından da sınır güvenliği anlamında değerliydi. Romanya ve Macaristan, yeniden silahlanacak olan Almanya’dan endişelenirken, Bulgaristan ise 1952’de NATO’ya üye olan sınır komşuları Türkiye ve Yunanistan karşısında destek bulacaktı. Arnavutluk ise sorun yaşadığı Yugoslavya karşısında avantaj elde etmek peşindeydi.
Varşova Paktı’nı kuran, resmi adıyla Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması 11 maddedir ve metni 14 maddelik NATO antlaşmasına göre biraz daha kısadır. Giriş kısmında, antlaşmanın yapılma gerekçesi ve amaçları açıklanırken öncelikle, siyasi ve toplumsal sistemleri fark etmeksizin tüm Avrupa devletlerinin katılacağı bir ortaklaşa güvenlik sistemi oluşturulması arzusu kayıt altına alınmıştır. Ardından, Batı Almanya’nın (“West Germany”) silahlandırılarak NATO’ya alınmasının yeni bir savaş tehlikesini artırarak, barışsever devletlerin güvenlikleri için bir tehdit oluşturduğu belirtilmiştir. Bu koşullarda, barışsever devletlerin Avrupa’da barış ve güvenliği korumak için gerekli adımları atmak zorunda kaldığı vurgulanarak, BM Antlaşması’nın amaç ve ilkeleri doğrultusunda, bağımsızlık ve egemenliğe saygı ile içişlerine karışmama ilkelerine uyumlu biçimde bir antlaşma yapıldığı ifade edilmiştir.
Antlaşmanın 10 maddesi içindeki önemli noktalar kısaca şunlardır:
Antlaşmada sıkça vurgulanan egemenlik ve içişlerine karışmama ilkeleri, en azından kâğıt üzerinde eşit devletler arasında bir ittifak yapıldığı izlenimi vermektedir. Bununla birlikte, antlaşmada anılan Birleşik Komutanlık ve Siyasal Danışma Komitesi’nin merkezinin Moskova’da bulunması, en tepe komutanların mutlaka Sovyet ordusundan seçilmesi ve örgütün temelde devasa Sovyet askeri kapasitesine dayanıyor olması, Moskova’yı üstün bir konuma yerleştirmiştir.
Varşova Paktı’nın fiilen en önemli işlevi, üyelerinin Sovyet dış politikasınca kabul edilebilir sınırların dışına çıkmasına engel olmaktı. Esasen Stalin’in ölümü ile paktın kuruluşu arasındaki kısa zamanda, Orta ve Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerde (örneğin Bulgaristan, Demokratik Almanya gibi) bazı ayaklanmalar olmuş ve bunlar Sovyetlerin de desteğiyle kısa sürede bastırılmıştı. Stalin’in ölümünün yarattığı özgürleşme ve değişim beklentisi, yeni lider Kuruşçev’in Şubat 1956’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresinde yaptığı ve Stalin ile Stalinizmi yerdiği konuşma nedeniyle güçlenmişti. Ayrıca, Avrupa ülkelerindeki komünist partileri Sovyetler Birliği çizgisinde tutmak üzere Stalin’in isteğiyle Ekim 1947’de kurulan COMINFORM’un (Communist Information Bureau – Komünist Enformasyon Bürosu) Haziran 1956’da lağvedilmesi de bu beklentiyi artırmıştı. Bu tutum, bir yandan Çin gibi Stalinizme bağlı komünist ülkeler ile Sovyetler Birliği’nin ilişkilerinin bozulmasına yol açarken, diğer yandan pakt üyesi ülkelerdeki Stalinizme karşı çevrelerin yeniden harekete geçmelerine vesile oldu. Haziran 1956’da Polonya’da başlayan ve lider değişikliği ile Ekim ayında sonuçlandırılabilen kitlesel gösteriler, 23 Ekim’de Macaristan’a sıçradı. Ancak Başbakan Imre Nagy’nin, Macaristan’ın Varşova Paktı’ndan ayrılarak tarafsız bir ülke olacağını ve çok partili seçimler yapılacağını 1 Kasım’da açıklamasından üç gün sonra Sovyet birlikleri Varşova Paktı adına ülkeye müdahale etti. Müdahale, Macaristan’ın çıkmasıyla komünist blokta oluşacak boşluğun tüm üyeler için tehdit oluşturacağı savıyla meşrulaştırıldı.
Macaristan müdahalesinden sonra da pakt üyeleri arasındaki uyum tümüyle kurulamadı. Bu durum, 1960’larla birlikte gündeme gelen Yumuşama döneminin bir yansımasıydı. Batı Blokunda ABD’nin rızası hilafına adımlar atan ülkeler (örneğin De Gaulle yönetimindeki Fransa) olduğu gibi, Varşova Paktı’nda da muhalif sesler ortaya çıkmaya başladı. Artan Çin-Sovyet gerginliği nedeniyle Arnavutluk giderek Sovyetlerden uzaklaşırken, örgüt içinde neredeyse her konuya karşı muhalif bir tutum takınan Romanya 1967’de Federal Almanya’yı resmen tanıdı ve Batılı ülkeler ile ticari ilişkiler geliştirmeye başladı.
Fakat bu dönemdeki en önemli gelişme, sonraları ‘Prag Baharı’ olarak anılacak olan, Çekoslovakya’da Ocak 1968’de başlayan kitlesel gösteriler eşliğinde, Alexander Dubček liderliğinde gündeme getirilen kapsamlı reformlar oldu. Fakat, Macaristan’da olduğu gibi, burada da sosyalizmden bir sapma olmasının tüm örgüt üyeleri için bir tehdit oluşturacağı iddiasıyla Pakt üyesi dört ülkeye (Sovyetler Birliği, Macaristan, Polonya ve Bulgaristan) bağlı birlikler 21 Ağustos’ta Çekoslovakya’yı işgal etti. Çok sayıda sivilin hayatını kaybettiği çatışmaların ardından, dönemin Sovyet lideri Leonid Brejnev, kendi adıyla anılacak bir doktrin ilan ederek, benzer süreçleri başka Doğu Bloku ülkelerinde daha ortaya çıkmadan önlemek istemiştir. ‘Sınırlı egemenlik’ anlayışına dayandırılan Brejnev Doktrini, eğer Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin birinde sosyalizm tehlikeye düşerse Varşova Paktı’nın bu ülkeye müdahale etme hakkı olduğunu öngörmekteydi.
Avrupa’daki sol partiler arasında yol açtığı derin ayrışma bir yana, Prag Baharına yapılan müdahale sonrası Arnavutluk protesto olarak örgütten ayrıldı. Her ne kadar Çekoslovakya’ya yapılan müdahale, sosyalist ülkelerdeki reformcu hareketleri ve muhalif sesleri uzun süre durdurmuşsa da, Sovyetler Birliği’nin güç kaybettiği 1980’lerin ortalarından itibaren daha da şiddetli bir eleştiri dalgası gelecek ve örgütü bütünüyle sarsacaktır.
Varşova Paktı Sovyetler Birliği’nin izlediği politikalardan doğrudan etkileniyordu. Her ne kadar 1985’te 30. yaşı kutlanan paktın süresi 20 yıl daha uzatılmışsa da, Sovyetler Birliği’nin Gorbaçov liderliğinde izlediği politikalar nedeniyle bu sürenin henüz başlarında ciddi sorunlar ortaya çıktı. O sıralarda Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) kapsamında sürmekte olan silahsızlanma görüşmeleri ile güven ve güvenlik artırıcı önlemler kapsamında, Mayıs 1987’de Varşova Paktı resmen saldırı stratejisini lağvederek tümüyle bir savunma stratejisi benimsedi. Gorbaçov’un, 7 Aralık 1988’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı tarihi konuşmada Sovyetler Birliği’nin Orta ve Doğu Avrupa’daki askeri gücünü önemli ölçüde azaltacağını duyurması ve Brejnev Doktrininden resmen vazgeçtiğini ilan etmesi, Avrupa’daki statükonun sürdürülmesinde büyük fayda gören Romanya ve Demokratik Almanya başta olmak üzere, Varşova Paktı üyesi ülkeler arasında bazı soru işaretleri ve eleştirilerin doğmasına yol açtı.
1989’a gelindiğinde ise Haziran’daki Polonya seçimlerinden itibaren, Pakt üyesi ülkelerin neredeyse tümünde iktidar değişikliği ile sonuçlanacak önemli gelişmeler yaşandı. Bu dönemde Varşova Paktı’nın konumunun bir hayli ilginç bir hal aldığı söylenebilir. Öncelikle, Romanya bir yandan örgütte reform ve demokratikleştirme talep ederken, diğer yandan Polonya’daki seçim sonucuna karşı-devrim olduğu iddiasıyla örgütün müdahale etmesini talep etmiş, ancak bu talep diğer üyeler nezdinde karşılık bulmamıştır. İkinci olarak, Polonya’nın yeni hükümeti, 26 Şubat 1990’da yeni bir Avrupa güvenlik sistemi kurulana kadar Varşova Paktı’nda kalacağını ilan etti.
Belki de en ilginç gelişme, NATO’nun Temmuz 1990 tarihli Londra Zirvesi’nde Varşova Paktı’nın artık düşman olarak görülmediğini ilan eden tarihi bildiriydi. Eylül 1990’a gelindiğinde, bir ay sonra Federal Almanya Cumhuriyeti ile birleşecek olan Demokratik Almanya örgütten resmen ayrıldı. Örgütün kurulmasına vesile olan Almanya sorunu böylece çözülürken, AGİK kapsamında Kasım ayında imzalanan Avrupa Konvansiyonel Kuvvet Anlaşması ile Paris Şartı, Soğuk Savaş’ın sona erdiğini haber veriyordu. Bu çerçevede, Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya’nın girişimiyle, artık hiçbir varlık nedeni kalmamış olan örgütün askeri faaliyetleri Mart, diğer tüm faaliyetleri de Temmuz 1991’de resmen sona erdirildi.