ÖZET: Suriye’de 2011’de başlayan iç savaş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük göç dalgalarından birine yol açmış ve yaklaşık 21 milyonluk ülke nüfusunun üçte biri ülke dışına göç etmek zorunda kalmıştır. Suriyeli mültecilerin çoğu, komşu ülkeler olan Türkiye, Ürdün ve Lübnan’a göç etseler de, bir kısmı Avrupa Birliği (AB) ülkeleri başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerine de kaçmak zorunda kalmıştır. Yeni göç dalgası, yöneldiği tüm ülkelerde çeşitli güvenlik söylemleri ve politikalarıyla karşılaşmıştır. Ev sahibi ülkelerde, göç nedeniyle yaşanan sorunlar farklı aktörler tarafından abartılmakta, göçmenlerle ilgili bireysel suçlar genelleştirilmekte ve sorunların kökenine inilmesi ihmal edilmektedir. Bu çalışmada, Kopenhag Okulu ve Paris Okulu temel alınarak göçün nasıl güvenlikleştirildiği analiz edilmektedir.
Göç insanlığın ilk ortaya çıktığı günden bu yana sürekli gündemde olan bir olgu olmakla birlikte, devlet içi ve devletler arası çatışmaların arttığı dönemlerde daha yoğun şekilde yaşanır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre günümüzde yaklaşık 71 milyon kişi zorunlu nedenlerden dolayı ülke içinde ya da dışında göç etmiş durumdadır. Bu sayı, insanlık tarihi boyunca tanık olunan en yüksek rakamdır. Buna ilaveten her gün 37.000 insan daha çatışma ya da baskı nedeniyle evini terk etmek zorunda kalmaktadır. 71 milyon göçmenin yaklaşık üçte biri (26 milyon kişi) mülteci durumundadır. (UNHCR, “Figures at a Glance”).
Bir tarafta endüstri 4.0 ve yapay zekanın gündemde olduğu ileri teknoloji çağını yaşayan insanlık, diğer tarafta savaşlar ve zulümler nedeniyle tarihinin en büyük göç dalgalarına tanıklık ederek çelişkili süreçler içinden geçmektedir.
Mülteci kavramı çatışma, saldırganlık ya da toplum düzenini bozan diğer nedenlerden dolayı ülkelerinin dışına göç etmek durumunda kalan ve uluslararası koruma talep eden kişileri tanımlamaktadır. 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne göre mülteci, ‘ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba üyeliği veya siyasi görüşü nedeniyle zulme uğramaktan korktuğu için ülkesinin dışına kaçmak zorunda kalan ve söz konusu nedenlerden dolayı ülkesine geri dönmek istemeyen kişileri’ kapsamaktadır (Convention and Protocol Relating to the Status of Refugees, 1951).
İlgili sözleşme başta olmak üzere, çeşitli hukuki anlaşmalar ve protokoller mültecilere yıllar içerisinde bazı haklar kazandırmıştır. Mülteciler en başta güvenli sığınma hakkına sahiptir. Aynı zamanda, ülkede yasal olarak bulunan yabancıların sahip oldukları haklardan yararlanma hakkına sahiptir. Bunların başında da düşünce özgürlüğü ve dolaşım özgürlüğü gibi temel haklar gelmektedir. Ayrıca, mültecilerin memleketlerine geri dönmeleri yaşamları açısından risk oluşturduğu için mültecileri barındıran ülkelerin zorla geri döndürmeme ilkesine (non-refoulement) bağlı kalmaları şartı gelmektedir. Buna karşılık, mültecilerin sığındıkları ülkelerin yasalarına uyma yükümlülüğü bulunmaktadır (Convention and Protocol Relating to the Status of Refugees).
Suriye’de 2011’de başlayan iç savaş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük göç dalgalarından birine yol açmış ve yaklaşık 21 milyonluk ülke nüfusunun üçte biri ülke dışına göç etmek durumunda kalmıştır. Suriyeli mültecilerin çoğu, komşu ülkeler olan Türkiye, Ürdün ve Lübnan’a göç etseler de, bir kısmı Avrupa Birliği (AB) ülkeleri başta olmak üzere dünyanın diğer bölgelerine de kaçmak zorunda kalmıştır. Yeni göç dalgası, yöneldiği tüm ülkelerde çeşitli güvenlik söylemleri ve politikalarıyla karşılaşmıştır.
Bu bağlamda, mültecilerin ev sahibi ülkelerde karşılaştıkları en önemli sorunlardan birisi güvenlikleştirme söylem ve uygulamalarıdır. Uluslararası İlişkiler yazınında ‘güvenlikleştirme’ kavramı özellikle Kopenhag Okulu ve Paris Okulu tarafından geliştirilmiş ve analiz edilmiştir. Barry Buzan, Ole Wæver ve Jaap de Wilde öncülüğünde gelişen Kopenhag Okulu yazını, karar alıcıların bazı siyasi konuları ve sorunları, siyasi alandan çıkartıp güvenlik çerçevesine oturtarak ‘güvenlikleştirdiklerini’ vurgulamaktadır (Buzan, Wæver ve de Wilde, 1998). Buna göre, normalde siyasi araçlarla çözülebilecek bir konu, güvenlik çerçevesinde yeniden inşa edilerek güvenlik araçlarıyla çözülebilecekmiş gibi sunulmaktadır. Kopenhag Okulu, özellikle söylem odaklı güvenlikleştirme süreçlerine odaklanmıştır.
Kopenhag Okulu’na göre başarılı bir güvenlikleştirmenin gerçekleştirilebilmesi için bazı koşulların olması gerekir. İlk olarak, söz konusu meselenin ilgili devlet veya toplum açısından ‘varoluşsal tehdit’ (existential threat) olarak inşa edilmesi gerekmektedir. Mülteciler, son yıllarda, bu çerçevede en fazla araçsallaştırılan kişiler olmuştur. Mültecilerin, devlet ve toplum kimliğine zarar verdikleri iddiası, aşırı sağ ve milliyetçi partiler tarafından giderek daha fazla dile getirilmektedir.
İkinci olarak, ‘referans nesnesi’ (referent object) kavramı önemlidir. Tehdidin yöneldiği kurum ya da varlığı temsil eden referans nesnesi kavramı, güvenlikleştirme söyleminin merkezinde yer almaktadır. Ele aldığımız konu bağlamında ülkelerinden savaş ya da zulüm nedeniyle kaçmak zorunda kalan insanların ev sahibi ülkeyi ya da toplumu tehdit ettikleri, onun ‘homojen’ yapısına zarar verdikleri, kimliğini ortadan kaldırmaya çalıştıkları günümüzde sıklıkla iddia edilmektedir. Bu durumda, genellikle devlet ya da toplum referans nesnesi olarak inşa edilmektedir.
Kopenhag Okulu, ayrıca dinleyici (audience) kavramına da vurgu yapmaktadır. Karar alıcılar, bir konuyu söylemlerinde güvenlikleştirirken, hedef aldıkları kitle dinleyicilerdir. Bunlar da çoğu durumda toplumu ifade etmektedir. Siyasetçiler, ilgili konunun ne kadar korkunç bir tehdit olduğu konusunda kendi toplumlarını, diğer bir deyişle seçmen kitlelerini ikna etmeye çalışmaktadırlar. Bir konunun güvenlik konusu olarak inşa edilebilmesi için halkın ikna edilmesi olmazsa olmazdır. Dolayısıyla, Kopenhag Okulu kuramcılarına göre sürecin önemli bir kilometre taşı, olağanüstü önlemler alınmasının gerekliliği konusunda toplumu ikna edebilmektedir. İlgili mesele, o kadar ciddi bir tehdit oluşturmaktadır ki devlet bu konuda askeri yöntemleri de içeren olağanüstü tedbirler almak zorundadır. Göç bağlamında düşünüldüğünde, ülkeye gelen mültecilerin ya da bazen tüm göçmenlerin, farklı şekillerde ilgili ülkenin yapısına ve kurumlarına zarar verdiği iddia edilmekte ve bu nedenle yasal haklarını kullanmaları engellenebilmekte, hatta bazen askeri önlemlerle bile karşılaşabilmektedirler.
Güvenlikleştirme sürecinde, en fazla devlet, toplum ve ekonomik yapı referans nesnesi olarak sunulmaktadır. Göç örneğinden hareket edecek olursak, göçmenlerin devletin egemenliğine, toplumun kimliğine ve/veya sosyal güvenlik sistemine zarar verdikleri iddia edilmektedir. Sınırları yasadışı yollardan geçerek ülkelerindeki çatışma ya da zulümden kaçan mülteciler, devletlerin bütünlüğünü ve sınır güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle tehdit unsuru olarak inşa edilmektedir. Ayrıca, o ana kadar homojen oldukları varsayılan toplumların, göçmenler yüzünden kimliklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya oldukları iddia edilmektedir (Genç, 2010: 189). Göçmenleri güvenlikleştiren aktörler, ülkenin sosyal refah sisteminin mülteciler yüzünden zayıfladığını da gerekçe olarak sunmaktadırlar.
Yukarıda belirtilen iddiaların her biri sorunludur ve eleştiriye açıktır. Öncelikli olarak, göçmenler, zorunluluk nedeniyle ülkelerinden kaçmakta ve yasal yollardan göç etmelerine müsaade edilmediğinde yasadışı yollara başvurmaktadırlar. İkinci olarak, göç dalgası öncesi söz konusu toplumun homojen olduğu iddiası çoğu durumda doğru değildir. Günümüzde pek çok toplum, halihazırda heterojen bir yapıya sahiptir. Üçüncü olarak, göçmenlerin sosyal güvenlik sisteminden faydalanmaları, keyfi bir durumdan değil, başka bir alternatifleri olmamasından kaynaklanmaktadır. Kaldı ki mültecilere ev sahipliği yapan ülkeler, uluslararası hukuk kurallarını uygulamak durumundadırlar. Mülteci hukuku denince ilk akla gelen kurallardan biri de geri göndermeme kuralıdır.
Burada, dikkate alınması gereken bir nokta da, kendi devletlerinin ve toplumlarının güvenliklerini sağlayacaklarını iddia ederek mültecileri güvenlikleştiren karar alıcıların, sınırları kapatarak ya da mültecilerin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını ihlal ederek, onlar için güvensizlik yaratmakta oluşlarıdır. Dolayısıyla, bir yandan inşa edilen güvenlikleştirmenin referans nesnesi için ne kadar güvenlik oluşturduğu sorgulanmalı, öte yandan, bu sürecin mülteciler için hangi güvensizlikleri yarattığı analiz edilmelidir.
Kopenhag Okulu’na göre güvenlikleştirme sürecinin geri çevrilmesi mümkündür. Başka bir deyişle, güvenlik meselesi olarak topluma sunulan konunun, tekrar siyasi alana transfer edilip, normal politika araçlarının kullanılması durumunda normal siyasi süreçler işleyebilir. Böylece, ilgili konu, artık tehdit olarak kabul edilmez ve normal politikalarla mesele çözülebilir.
Didier Bigo’nun öncülüğünü yaptığı Paris Okulu ise, Kopenhag Okulu’nun güvenlikleştirme analizini yetersiz bularak, bazı katkı ve öneriler getirmektedir. Açılımı “Uluslararası Sosyoloji İçin Siyasi Antropolojik Araştırma (Political Anthropological Research for International Sociology) olan Paris Okulu, Kopenhag Okulu’nun güvenlikleştirme yaklaşımına iki temel katkı sağlamaktadır (Bigo, 2018). İlk katkı, söylemin yanında uygulamalara da odaklanmaktır. Karar alıcıların söylemlerini incelemenin yetersiz olduğunu vurgulayan Paris Okulu kuramcıları, aynı zamanda, karar alıcıların bu süreçte nasıl politikalar uyguladıklarının ve pratikte neler yaptıklarının da mercek altına alınmasını önemsemektedirler. Mülteciler bağlamında düşündüğümüzde, bir ülkede mültecilerle ilgili kullanılan dili ve kavramları eleştirel olarak analiz etmenin yanı sıra, uygulamada yeni nelerin yapıldığı da incelenmelidir. Örneğin, komşu ülkelerle sınırlara duvar örülüyor mu, mültecilerle ilgili yasalar sıkılaştırılıyor mu ya da sınırda kontroller arttırılıyor mu?
Paris Okulu’nun güvenlikleştirme literatürüne ikinci katkısı, siyasetçiler dışında diğer aktörleri de masaya yatırmasıdır. Paris Okulu kuramcılarına göre, söylem ve eylemlerine bakılması gerekenler sadece siyasiler değil, aynı zamanda bürokratik kurumlarda görev yapanlar, istihbarat çalışanları, ordudaki askerler, gümrüklerde görev yapanlar, hatta akademisyenlerdir. Belirtilen kurumlardaki çalışanlar, ülkenin ya da toplumun ne kadar büyük bir tehlike altında olduğunu iddia ederek kendi meşruiyetlerini sağlamaya çalışırlar ve böylece farklı sektörlerdeki güvenlik çalışanları, siyaset söylemlerine katkı sağlarlar. Hatta durum öyle bir noktaya gelir ki, önceden marjinal konumda olan kurumlar, bu süreçte güvenlik politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında merkezi bir rol üstlenir duruma gelebilir. Başka bir deyişle, güvenlikleştirme süreci tırmandırıldıkça, kurumlar kendilerine yeni meşruiyet alanları sağlamakta ve kendi konumlarını güçlendirebilmektedir. Bu durumda, eğer güvenlikleştirilen unsur mülteciler ise, bu süreç göçmenlerin konumlarını zayıflatırken, güvenlik profesyonellerinin kariyer olanaklarını geliştirebilmektedir. Özetle, bir grup için yeni güvensizlikler yaratan söylemler ve politikalar, siyasiler, bürokratlar ve devlet dışı aktörler için yeni hareket alanları ve yükselme imkanları yaratabilmektedir.
Bu noktada, yeni teknolojilerin önemi de mutlaka vurgulanmalıdır. Yüksek teknolojik imkanlar sayesinde kişilerin risk profili çıkarılabilmekte, vize süreçleri denetlenebilmekte ve sınırlardaki kontroller arttırılabilmektedir (Bigo, 2012: 73).
Paris Okulu’nun bir diğer temsilcisi olan Balzacq ise güvenlikleştirmenin başarılı olabilmesi için bazı koşulların gerçekleşmesi gerektiğini vurgular. İlk olarak, güvenlikleştirmeyi yapan aktörün kapasitesi önemlidir. Söz konusu aktörün güvenlikleştirmeyi nasıl bir çerçevede yaptığı ve hangi kavramları kullandığı önemlidir. İkinci olarak, dinleyici kitlesinin güvenlikleştirme söylemlerine ikna olması önemlidir. Üçüncü olarak da, güvenlikleştirme sürecinin hangi bağlamda geçtiği önemlidir. Mevcut durumda yaşanan bazı güvenlik sorunları varsa, bu bağlam, güvenlikleştirme sürecinin başarıyla sonuçlanmasına yol açabilir (Balzacq, 2005).
Günümüzde ABD’den Avustralya’ya, Asya’dan Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada pek çok ülkede hem siyasetçiler hem de diğer aktörler, mültecilerin güvenlikleştirilmesi sürecine hem söylem hem de eylemleriyle katkı vermektedirler. Çok sayıda Avrupa Birliği ülkesi, 2015’teki göç dalgası sırasında Şengen Anlaşması’nı askıya alarak Birliğin temel normlarından biri olan seyahat özgürlüğünü kısıtlamaktan çekinmemiştir. Türkiye’den Macaristan’a kadar bazı ülkeler ise sınırlarına duvar örmüştür. En başta sınırlarını açan ve mültecilerin uluslararası hukuktan kaynaklanan tüm yetkilerini kullanmalarına izin veren ülkeler bile, aradan bir süre geçince sınırlarını kapatmaya ve yasalarını sınırlamaya başlammıştır. Bu duruma en iyi örneklerden biri Türkiye’dir. Suriye İç Savaşı’nın ilk yıllarında açık kapı politikası uygulayan ve bunu da tarihi ve dini referanslarla ve ‘ensar-muhacir’ benzetmesiyle açıklayan Türkiye’deki karar alıcılar bugün “Türkiye hiç bir ülkenin bekçisi değildir. Onların göçmen deposu değildir” noktasına gelmiştir. (Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay, 2019).
Bir diğer ilginç örnek de Almanya’dır. Alman ekonomisi, küresel finansal krizin ve ardından gelen Avrupa ekonomik krizinin yaşandığı dönemlerde bile büyüme ivmesini devam ettirmişken bile, göçmenler meselesini gündeminden düşürmeyen aşırı sağ ‘Almanya için Alternatif’ (AfD) partisinin yükselişi durdurulamamıştır. 2017 seçimlerinde AfD’nin en yüksek oyu alan üçüncü parti olması, Alman demokrasisinin geleceği için soru işaretleri yaratmıştır. Bunun yanında, Fransa’da Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik Partisi’nin güçlü seçmen tabanını koruması, Britanya’nın göçmenler tartışmasının tetiklediği AB’den ayrılma süreci, Macaristan’da Orban yönetiminin açık göçmen karşıtlığı ve diğer AB ülkelerindeki benzer süreçler AB içinde mültecilerle ilgili son dönemde ortak politikalar benimsenmesini imkansız hale getirmiştir.
Bu bağlamda AB, sınırlarından içeriye mülteci girişini minimuma indirmek için Türkiye, Lübnan ve Ürdün gibi ülkelerle ayrı ayrı anlaşmalar imzalayarak, göç sorununu bölge ülkelerine devretme yoluyla dışsallaştırmaya çalışmıştır. Öte yandan, yaşlanan nüfusu nedeniyle işgücü açığı yaşayan AB ülkelerinin bir yandan göçmenlere ihtiyaç duyarken, öte yandan sınırlarını kapatması kendi içinde çelişkili, sadece vasıflı göçmenleri seçerek onları kendine çekmeye çalışması ise etik açıdan tartışmalıdır (Genç, 2010).
Sonuç olarak, mültecilerin güvenlikleştirilmesi süreci, dünyanın pek çok ülkesinde farklı aktörler tarafından yoğun şekilde devam ettirilmektedir. Göç nedeniyle yaşanan sorunlar abartılmakta, göçmenlerle ilgili bireysel suçlar genelleştirilmekte ve sorunların kökenine inilmesi ihmal edilmektedir. İleriki yıllarda araştırmacıların, farklı ülkelerin mülteci politikalarındaki iniş çıkışları, güvenlikleştirmede sosyal medyanın rolünü ve aşırı sağ partilerin ana-akım partilerin söylem ve uygulamaları üzerindeki etkilerini incelemesi faydalı olacaktır.