Yoksulluk uzun süre bir güvenlik konusu olarak düşünülmemiştir. Dünya çapında kolonilerin tasfiyesini takiben bağımsızlığa kavuşan eski sömürge devletlerinin, 1950’lerde Bağlantısızlar Hareketi adı altında örgütlenerek, uluslararası düzende bir farklılık yaratma çabasıyla yoksulluk ve kalkınma gibi konular dünya siyasetinin gündeminde yer almaya başlamıştır. Daha sonra, 1970’lerden itibaren yeni liberal küreselleşme dalgası çerçevesinde üretilen terimlerden olan “küresel yönetişim” kavramının ele aldığı unsurlar arasında da yer aldı. Devletin rolünü iç ve dışarda yeniden tanımlayan bu sürecin sonuçlarından biri de güvenlik anlayışının yeniden ele alınmasıydı. Bu çerçevede Soğuk Savaş’ın liberal kampın zaferi ile bitişinin ardından gelişmekte olan ülkelerdeki iç çatışmalar dünya gündeminde daha fazla yer almaya başlamıştı. Küreselleşmekte olan kapitalist üretimin önde gelen aktörleri ise yeni liberal düzeni uygulamak için dünyanın her yerinde bölgesel istikrara ihtiyaç duymaktaydı. Kitlesel göç, organize suç, salgın hastalıklar gibi tehditleri körükleyen çatışmalar bölgesel istikrarları bozma riskleri taşıyor ve küreselleşmenin gelişimine engel oluşturuyorlardı. Bu iç çatışmaların ana nedenleri arasında yoksulluk da yer alıyordu. Dolayısıyla yoksulluk ile güvenlik arasındaki ilişki 1990’lardan itibaren akademik alanda çalışılan bir konu haline geldi.
Küresel kapitalist sistem kârı artırmak ve yoksulluğu azaltarak sistemdeki istikrarsızlık potansiyelini azaltmak istiyordu. Böylece ulusal, bölgesel ve küresel güvenlikte yoksulluk ve benzeri toplumsal sorunlarla mücadele edilmesi, devletler ve NATO gibi uluslararası örgütlerin gündemlerinde yer almaya başladı. Örneğin daha 2011’de, bugünkü sorunları düşündüğümüzde erken denebilecek bir tarihte, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, Rotterdam’da Erasmus Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Gıda Güvenliği’nin siyasî istikrarsızlık ile ilişkisine değinmişti.
Yoksulluk, özellikle iç çatışmaların ana nedenlerinden biri olduğu gibi, çatışmalar da yoksulluğu pekiştirmektedir. Nitekim devletler arası veya devlet içi her türlü çatışma, devlet kapasitesini öyle ya da böyle azaltmaktadır. Yoksulluk da devlet kapasitesinin azlığını ifşa eden ve çözülemeyen bir sorun olarak kaldıkça onu daha da zayıflatan bir olgudur. Örneğin Yugoslavya’nın 1990’lı yıllarda dağılması aşamasında 1980’lerdeki ekonomik sıkıntıların sonuçlarından olan yoksullar, milliyetçi grupların askerleri hâline dönüşmüştü. Yugoslavya’dan ayrılan devletlerde ise çatışma ile yıkılan devlet kapasiteleri yoksulluğun daha da artmasına yol açmıştı. Bu anlamda, yoksulluk-güvenlik ilişkisi sürekli olarak birbirini tetikleyen net bir kısır döngü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dünyada en çok yoksula sahip ülkelerden Çin’in 1978’de alınan reform kararları sonrasında alternatif sistem arayışından vazgeçerek küresel kapitalizme entegre olması (1997’de bir değerlendirme için bakınız) ve küresel üretim için ucuz emek sunan bir pazar olmanın ötesine geçerek, giderek bir merkez ülke olarak diğerlerine rakip hâle gelmesiyle, yoksulluk-güvenlik ilişkisi de yeni bir boyuta taşındı (Çin’de yoksulluğun 1978 sonrasındaki analizi için bakınız). Böylece dünyanın yoksullarına ulaşmak ve onları kendi siyasal iktisadî bağlamına yerleştirmek küresel jeopolitik mücadele çerçevesinde de gündeme gelen bir hedefe dönüştü. Aslında, kapitalist bir merkez ülke hâline gelmiş olan Çin, eskiden parçası olduğu Küresel Güney ile tarihsel ilişkisinden faydalanarak küresel etkinliğini artırmaya başladı. Örneğin Çin Tarım ve Kırsal İşler Bakanlığı ile Birleşmiş Milletler (BM) Gıda ve Tarım Örgütü 2022’de Güney-Güney İşbirliği Güven Fonu’nun (2008 ve 2014 sonrasındaki) üçüncü aşamasını başlattılar. 2008’de Birleşmiş Milletler’de Çin büyükelçisi Güney-Güney İşbirliği çerçevesindeki forumdaki konuşmasında eşitlik ve karşılıklı fayda vurgusu ile dayanışma, koordinasyon ve çok taraflı mekanizmaların öneminden ve böylece Çin’in barışçıl kalkınma çabası bağlamında Afrika’nın artan çok taraflılık ve küreselleşme içindeki dünyada barış için öneminden bahsetmekteydi. Benzer şekilde, 2023’te BRICS zirvesinde Afrikalılara hitaben Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping adil ve eşitlikçi bir dünya düzeni için kolonyalizm ve hegemonyaya karşı hakiki birçok taraflılığın uygulanmasını dile getirdi. Çin’in bu çabaları küresel yönetişime bir alternatif oluşturma hatta dünya düzenini yenileme olarak yorumlanmaktadır. Çin’in, hem yeni liberal küreselleşmeden en fazla faydalanan ülkelerden biri, hem de liberal bir yönetime sahip olmamaktan memnun bir ülke olarak, ekonomik sorunlara ürettiği çözümlerin liberal yaklaşıma bir alternatif olduğu ortadadır. Bu da özellikle yoksullukla mücadelenin küresel jeopolitik rekabet içerisindeki yerini bir kez daha vurgulamaktadır. ABD ile Çin arasındaki rekabet ikili ilişkilerin ötesinde nihayetinde dünya düzenine yönelik. İkisinin de kar maksimizasyonu ile sermaye birikimine dayalı kapitalist düzenin liderlerinden olduğu göz önüne alındığında, yoksulluğa yönelik yapısal bir çözüm önermedikleri düşünülebilir. Bu anlamda da, yoksulluğu ve kalkınmayı konu etmelerinin küresel siyasal iktisadî ve jeopolitik rekabet içinde yer aldığı gözlemlenebilir.
Yoksulluk tanımında mutlak ve göreli ayrımı bulunmaktadır: Mutlak yoksulluk gıda, barınma, giyim ve tıbbi bakım gibi temel ihtiyaçların karşılanamama durumudur. Göreli yoksulluk ise insanların içinde yaşadıkları toplumların yaşam standartlarına oranla hesaplanır. Örneğin, Dünya Bankası verilerine göre bugün dünyada 700 milyon insan günde 2,15 dolardan daha az gelirle tanımlanan yoksulluk sınırı altındadır. Bunun yarısı da Sahra Çölü’nün güneyindeki Afrika’dadır. Dünyanın kalanında ise durum düşündürücüdür: dünya nüfusunun yarısı orta-üst gelir grubu ülkeler için tanımlanan günde 6,85 dolarlık yoksulluk sınırının altındadır.
Bu vahim sorunun çözümü için çeşitli küresel adımlar atılmaktadır. Örneğin, BM, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları çerçevesinde “Günde 1,25 dolardan daha az bir parayla geçinen insanların sayısı şeklinde ölçülerek tanımlanan aşırı yoksulluğun 2030’a kadar herkes için, her yerde ortadan kaldırılması” hedefini ortaya koymuştur. Bu hedef ve çabanın yer aldığı bağlamlardan biri BM’nin kuruluş amaç ve hedefi olan “uluslararası barış ve güvenliği” korumaktır. Nitekim, BM bünyesindeki uluslararası örgütlerin çalışanlarından siyasetçilere, akademisyenlerden küresel/ulusal sivil toplum gönüllülerine kadar herkes yoksullukla mücadele edilmediği takdirde küresel güvenliğin sağlanamayacağını ifade etmektedir.
Tablo 1: Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü Üye Ülkelerinde İşsizlik Oranı
Yoksullukla ve yoksulluğun en önemli nedenlerinden biri olan işsizlikle mücadelede en temel unsur eğitimdir. Tablo 1 ve Tablo 2 dünyadaki gelişmiş ülkeleri bir araya getiren OECD üyelerindeki işsizlik ve çocuk yoksulluğu oranlarını göstermektedir. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde bile durum bu kadar ciddiyken, az gelişmiş ülkelerdeki durumun vahameti kaygılandırıcıdır. Eğitimsizlik ve yoksulluğun yarattığı güvenlik tehditlerinin en belirgin ve yaygın gözlemlendiği alan ise kentlerdir. Adi veya organize suç ile terör örgütleri, kentlerdeki yoksulluktan faydalanmakta ve insanların kendilerini günlük yaşamlarında güvensiz hissetmelerine neden olmaktadırlar.
Sonuçta, devlet elitlerinin güçlü olmaya düzenli ve yoğun vurgu yaptığı dünyamızda yurttaşların yoksulluğu devletin güçsüzlüğü olarak görünmektedir. Yoksulların güvenliği tüm toplumun güvenliği olarak ortaya çıkmaktadır. Korona salgını esnasında Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus’ın da vurguladığı gibi herkes güvende olana kadar kimse güvende değildir. Bu sözler bir temenniden ziyade bir saptama olarak anlaşılmalıdır: Güvenliğe geleneksel yaklaşımlarda da yeni yaklaşımlarda da silahlı çatışmadan doğal afetlere kadar uzanan geniş bir yelpazedeki tehditlerin her birinin yoksulluk ile ilişkisi gözlemlenebilir.
Tablo 2: Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü Üye Ülkelerinde Çocuk Yoksulluğu Oranı
Dr. İnan Ruma, İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde görev yapmaktadır. Akademik derecelerini ODTÜ ve Paris-1 Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nden almıştır. Çeşitli dönemlerde Bosna Hersek ve Kosova’daki AGİT misyonlarında çalıştı. Ekonomi Politik, Balkanlar, Rusya, Avrasya ve artık kaçınılmaz hale gelen Türk Dış Politikası üzerine çalışmaktadır. Doğa ile uyumlu yaşamın, emeğin ve özgürlüğün esas olduğunu düşünüyor.