Transatlantik (Atlantik-ötesi) kavramı, coğrafi bir bölgeyi adlandırmak için tarihte ilk kez 1781 yılında Charles Henry Arnold tarafından kullanılmıştır. Arnold, Atlantik okyanusunun öte yakasındaki kolonilerin coğrafi konumlarını İngiltere’yi merkez alarak tanımlamış ve bu bölgeyi Transatlantik olarak tanımlamıştır. Fakat, kavramın uzunca bir süre coğrafi bir bölgeyi değil, Kuzey Atlantik’in iki yakasındaki ana aktörler olan ABD ile Britanya arasındaki bir dizi kültürel, ekonomik, siyasi ve kültürel temasları tanımladığını belirtmek yanlış olmayacaktır. Transatlantik kavramı, ABD’nin Avrupa savaşlarından uzak durma politikası neticesinde 1917’e kadar askeri bir boyut kazanmamış ve ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girme kararı bile Transatlantik kavramına Uluslararası İlişkiler veya güvenlik alanında bir anlam kazandırmamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, Transatlantik hem coğrafi hem de siyasi anlamda Uluslararası İlişkiler literatürüne girmiştir. Bölge coğrafi alan olarak ABD ve Kanada’dan başlayıp Orta Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir Atlantik bölgesini ifade ederken, siyasi anlamda da demokrasiyi benimsemiş bir milletler topluluğunu tanımlamaktaydı.
Siyaseten böyle bir sınır çizilmesinin sebebi ise savaş sonrası ortaya çıkan iki kutuplu düzendir. İki kutuplu bir dünya düzeninde Transatlantik bölgesinin güvenliğini sağlamak bölgedeki ülkeler için hayati bir öneme sahipti. Düşman sadece Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemiş olan Kızıl Ordu değil aynı zamanda Kızıl Ordu’nun temsil ettiği ideolojiydi ve böylesi bir tehditle mücadele savaştan zaten yıpranmış olarak çıkmış Avrupa devletlerinin kapasitelerinin çok daha üzerinde donanım ve kabiliyet gerektirmeydi. Bir başka deyişle, Transatlantik güvenliği sağlamak tek tek devletlerin göstereceği çabalarla değil ancak kolektif bir girişimle mümkün olabilirdi.
Bu doğrultuda Avrupa kıtasında ilk adım 1948 yılında atılmış, Brüksel’de Fransa, Britanya, Belçika, Hollanda, ve Lüksemburg’un katılımıyla bir askeri, ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel işbirliği anlaşması imzalanmıştır. Bu teşebbüsün özellikle ABD’nin Avrupa kıtasının güvenliği için beklediği caydırıcı etkiyi yaratması imkansızdır. 4 Nisan 1949’da Brüksel Antlaşması ülkelerine ABD, Kanada, Portekiz ve İtalya’nın da eklenmesiyle Kuzey Atlantik veya Washington Antlaşması olarak bilinen anlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Transatlantik bölgesinin güvenliğinden sorumlu olacak Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) kurulmuştur. 1945’ten bu yana Transatlantik bölgesinin güvenlik sorunlarını ve bu sorunlarla başa çıkma yöntemlerini anlamak için NATO’nun yıllar içerisinde gelişen ve değişen koşullara uyarlanan stratejik konseptlerine bakmak gerekmektedir.
1950 yılında kabul edilen ilk stratejik konsept, NATO’nun Transatlantik bölgesinde caydırıcı bir unsur olarak var olacağını ve caydırıcılığın işlemediği veya saldırıya uğrandığı takdirde güce başvurulacağını vurgulamaktaydı. Ayrıca İttifakın gerektiği zaman tüm vasıtalar ve silahlarla stratejik bombardıman yürütebilecek kabiliyetlere kavuşturulmasının ve ABD’nin nükleer gücünden faydalanmasının da gerekliliği vurgulanmaktaydı. Kore Savaşı’nın patlak vermesinin hemen arkasından 1952’de kabul edilen stratejik konsept de benzer hususların altını çiziyor SSCB ve müttefiklerinin savaş açma istek ve iradesini ortadan kaldıracak ölçüde güçlenmenin gereği vurgulanıyordu. Buna ilerleyen dönemde savunma hattını mümkün olduğunca SSCB ve uydu devletlerine yakın kurma düşüncesi eklenecekti. 1957’de kabul edilen üçüncü konsept ise, ilk kez nükleer silahların kullanımından bahsediyordu. Belgeye göre, SSCB ile savaş sınırlı bir savaş olmayacak ve NATO bünyesindeki nükleer silahların da kullanılacağı kitlesel karşılık gerektirecekti.
SSCB’nin nükleer silah kapasitesini arttırması ve teknolojisini de geliştirmesi, kitlesel karşılık doktrininin Transatlantik bölgesinin Avrupalı ortakları tarafından eleştirilmesine yol açmıştı. Olası bir nükleer savaşta iki tarafın da karşılıklı olarak yok olacağı bir savaş ihtimali yeni bir stratejik konsept geliştirilmesinin önünü açmıştır. 1968’de kabul edilen konseptte yer alan ve esnek karşılık adı verilen bu doktrin olası bir saldırı durumunda üç aşamalı bir karşılık verilmesini ve nükleer silahlara başvurmanın son çare olarak görülmesini öngörmekteydi.
Soğuk Savaş boyunca Transatlantik güvenliğin en önemli gündem maddesi, SSCB ve uydularının nükleer ve konvansiyonel silah kapasitelerini geliştirmeleri ile NATO bünyesinde bu gelişime verilecek karşılıkların planlanması olmuştur. SSCB’nin dağılmasının ardından Transatlantik güvenliği yeni ve İttifakın hiç de alışık olmadığı tehditlerle başa çıkmak zorunda kalmıştır. Bu yüzden 1991 ve 1999 stratejik konseptleri değişen Transatlantik gündeminin de ipuçlarını barındırmaktadır. Örneğin 1991 konsepti, dönemin belirsizliğini yansıtır mahiyette olup, üyelerin tehditlere karşı kolektif savunmadan mahrum kalmayacakları vurgulanırken, üyeler dışında Avrupa’nın geri kalanıyla da işbirliği ve diyaloga dayalı ilişkiler geliştirme arzusunun altı çizilmektedir. 1999 stratejik konsepti ile Transatlantik bölgesi güvenlik gündeminin maddeleri arasına terörizm, etnik çatışmalar, insan hakları ihlalleri, siyasi istikrarsızlıklar, ekonomik kırılganlıklar ve kitle imha silahlarının yayılması da girmiştir. Öte yandan, kriz yönetimi ve barışı koruma operasyonları gibi misyonları düzenlemenin de önü açılmıştır. 1991 ve 1999 stratejik konseptlerinin önemli ortak özelliği ise NATO’nun tarihinde kamuya açık olarak yayınlanmalarıdır.
11 Eylül 2001 terör saldırıları Transatlantik güvenliğe yönelik tehditlerin sadece devlet merkezli olmadığını ispatlar niteliktedir. Terörizm daha önceden de ittifakın gündemindeki bir tehditken,1949’dan bu yana devlet merkezli tehditler için yapılandırılan bir örgütün kısa bir sürede farklı tehditlerle mücadele edebilecek esnekliğe kavuşması mümkün gibi gözükmüyordu. Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (International Security Assistance Force-ISAF) operasyonu ile bu konuda rüştünü ispat eden NATO’yu ve Transatlantik bölgesini başka tehditler de beklemekteydi.
Rusya’nın Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’nı (AKKA) askıya alması, Kafkasya ve Karadeniz bölgesindeki istikrarsızlıklar, siber saldırılar ve enerji güvenliğine dair riskler Transatlantik bölgesinin 2010’a kadar yüzleştiği ve baş etmeye çalıştığı tehditler haline dönüştü. 2010 yılında duyurulan ve “Aktif Angajman ve Modern Savunma” başlıklı stratejik konsept bahsi geçen tüm tehditleri içerirken, NATO’nun Transatlantik güvenliği sağlarken hangi alanlarda faaliyette bulunacağını da açıklamaktadır. Bunlar sırasıyla kolektif savunma, kriz yönetimi ve işbirliğine dayalı müşterek güvenliktir. Bir başka deyişle Transatlantik bölgesindeki üyelerin kolektif savunmaya dayalı güvenliği sağlanacak, fakat ortaklarla işbirliği ve kriz yönetimi yöntemleriyle NATO’nun komşu alanlarında da güvenliğin sağlanması için azami gayret gösterilecektir.
Transatlantik bölgesi güvenliğini hedef alan tehditler konusunda NATO içinde bir fikir birliği varken, tehditlerle mücadele yöntemleri ve yük bölüşümü konularında ortaklar arasında zaman zaman önemli fikir ayrılıkları da yaşanmaktadır. Bunlardan ilki, ABD’nin tek taraflı ve askeri güce dayalı tehditlerle mücadele yöntemi ile Avrupalı ortakların katılımcı, çok taraflı bir güvenlik topluluğu oluşturma yöntemleri arasındaki ayrılıktır. Bilhassa 2003’te ABD’nin Irak’a müdahalesi sırasında ortaya çıkan bu farklılık, Avrupa içinde de bölünmeye yol açarak eski-yeni Avrupa tartışmalarına neden olmuştur. Transatlantik bölgesinin güvenliğinde yük paylaşımı meselesi de ortaklar arasında bir başka tartışmalı konudur. 2014’te düzenlenen NATO Galler Zirvesinde üye ülkelerdeki savunma harcamalarının arttırılması konusu gündeme alınmıştır. ABD’nin Avrupalı ortakların daha fazla yük alması konusundaki ısrarı, Rusya-Ukrayna gerilimi gölgesinde kabul edilmiş ve üye ülkelerin 2024 yılına kadar savunma harcamalarını gayrı safi yurt içi hasılalarının en az %2’si düzeyine çekmeleri kararı alınmıştır. Yük bölüşümü sadece savunmaya ayrılan maddi kaynaklarla sınırlı kalmamış, Rusya’ya yakın ileri hatlardaki çok uluslu askeri birimlere ve hava-deniz alanlarını da içeren askeri tatbikatlara Avrupalı üyelerin katkılarının arttırılması da planlanmıştır. Uzmanlara göre tüm dünyayı etkisi altına alan COVID 19 salgını sebebiyle hem ABD’nin hem de Avrupalı ortaklarının Transatlantik güvenliğine yönelik savunma harcamalarındaki yük paylaşımını yeniden gözden geçirmeleri olasılık dahilindedir.
Daha fazlası için:
Okuma Önerileri:
Kitap: Dieter Mahncke, Wayne Thompson ve Wyn Rees, Redefining Transatlantic Security Relations: The Challenge of Change, Manchester, Manchester University Press, 2004.
Makale: Serhat Güvenç, “NATO’nun Evrimi ve Türkiye’nin Transatlantik Güvenliğe Katkıları”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 12, No 45, 2015, s. 101-119.
Makale: Elke Krahmann, “Security governance and networks: New theoretical perspectives in transatlantic security”, Cambridge Review of International Affairs, Cilt 18, No 1, 2005, s. 15-30.
Makale: Thomas Risse, “Beyond Iraq: The Crisis of the Transatlantic Security Community”, Die Friedens-Warte, Cilt 78, No 2/3, 2003, s. 173-193.
Panel: EU-Foreign Policy Defense Forum 2019: The Future of the Transatlantic Security Partnership, https://www.youtube.com/watch?v=J0NVWH7l6y4 (Erişim tarihi: 20 Kasım 2020).
Doç.Dr. Şevket Ovalı, Lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 1996 yılında tamamlamıştır. Yüksek lisans derecesini Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’ndan, doktora derecesini ise Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’ndan alan Doç Dr. Ovalı, 2004’ten bu yana Dokuz Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Bir süre Hollanda Maastricht University College’da lisans ve lisansüstü dersler veren Ovalı’nın başlıca çalışma alanları, uluslararası güvenlik, Türk dış politikası, Türk-Yunan ilişkileri ve Türk-Amerikan ilişkileridir. Doç. Dr. Ovalı, 2010’dan beri Uluslararası İlişkiler Dergisi’nin editörü olarak görev yapmaktadır.