Savaş felâkettir. Bugün Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile savaş fecaati yeniden gündemi işgal etmekte. Bu çatışmanın Birinci Dünya Savaşı öncesini hatırlattığı iddialarından hareketle, bu ilk büyük küresel savaşın anlaşılması gene önem kazanmıştır. “Ölüm bir macera değildir onunla karşı karşıya kalanlar için” der Birinci Dünya Savaşı gâzisi ve yazar Erich Maria Remarque, savaşın en içerikli anlatımlarından biri olan ve barış hareketlerinin başucu kitaplarından “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” isimli belgesel romanında. 1914-1918 arasında Birinci Dünya Savaşı’nın delirtici siperlerinde yaşam mücâdelesi verenler için ölüm bir macera değil, devâsâ bir yıkım oldu. Öncesinde benzeri görülmemiş korkunç bir kıyımdır Birinci Dünya Savaşı.
Birinci Dünya Savaşı iki grup devletin birbiriyle kıyasıya savaştığı dev ölçekli bir uluslararası çatışmadır. Temelde Avrupa devletleri arasında ve Avrupa kıtasında yaşanmıştır. Bu iki grubun birincisi Türkçede İttifak Devletleri (İngilizcede Central Powers) denen Orta Avrupa imparatorlukları Almanya ve Avusturya-Macaristan’dır. Savaşın başlangıcının ardından yöneticilerinin müfrit kararıyla Osmanlı İmparatorluğu da savaşa katılmış ve böylece güneydoğu Avrupa ve batı Asya (Ortadoğu) da İttifak Devletleri denen Orta Avrupa imparatorlukları tarafına eklenmiştir. İkincisi ise Türkçede İtilâf devletleri denen (İtilâf=anlaşma, uzlaşma) Fransa, Britanya, Rusya, İtalya olup, daha sonraları Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri eklenmiştir. İngilizcede Allied Powers, yani müttefik güçler olarak isimlendirilirler. Savaşı bir Avrupa Savaşı olmaktan çıkarıp dünya savaşı hâline getiren, kapitalist sömürgeci Fransa ve Britanya’nın diğer kıtalardan getirdikleri askerler kadar Japonya ve Amerika’nın da savaşa katılmasıdır. Nihayetinde, savaşın bağlamı 19.Yüzyıl başında Napolyon savaşları da denen Fransız devrimi sonrası yaşanan savaş serisinin ardından kurulan Avrupa Uyumu isimli uluslararası örgüt ile gelişen güç dengesi anlayışının yerini kutuplaşma ve ittifak siyasetinin almasıdır. güç dengesi sistemi ne de olsa bir ortak karar alma sürecidir, her bir vakada rekabetin yıkıcılık riski yönetilir ve azaltılır. İttifak sistemi ise rekabetin yıkıcılık riskini her bir vakada yeniden ortaya döker. Güncel dünya siyasetinde bugün Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı da güç dengesi ile ittifak sistemi terimleri çerçevesinde incelenmekte ve tartışılmaktadır: “Batı” diye -aslında gayet sorunlu bir- genellemeyle tanımlanan ABD, NATO ve/veya Avrupa Birliği üye ülkeleri, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda ile Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti ve onlara herhangi bir düzeyde yaklaşan diğer ülkeler arasında bir çatışma hattı olduğu gözlemi/iddiası endişe verici düzeyde Birinci Dünya Savaşı öncesini hatırlatmaktadır.
Bu bağlamda Birinci Dünya Savaşı’nın nedenleri hâlen süren bir akademik ve siyasî tartışma konusudur. En sık zikredilen neden emperyalist rekabettir. Kâr amaçlı üretim yoluyla sınırsız sermaye birikimi amacına dayanan kapitalizmin başat fâillerinin, hammadde fiyatlarını ve işçi ücretlerini düşürmek için dünyanın insan emeği dâhil tüm doğal kaynaklarını kontrol etme ihtirâsı, bizzat bu fâiller arasında çatışmacı bir rekabete yol açtı. Emperyalizm sadece farklı biçimlerde sömürgeleştirilen ülke ve toplumlara değil, yarattığı çatışma ile nihayetinde sömürgeleştirenlere de yıkıcı zararlar verdi. Bu zararların en büyüğü nitekim Birinci Dünya Savaşı ile gerçekleşti. Bugün de ABD-Rusya-Çin arasında benzer bir yıkıcı emperyalist rekabet olduğu dile getirilmektedir.
İkinci büyük neden imparatorluk yönetimleri ile milliyetçilik arasındaki gerilimdir. Çokuluslu imparatorluklar altında yaşayan topluluklar da kendilerini yönetmek ve böylece modern insanî gelişimden paylarını almak istiyorlardı. Bunun yolu da kendi modern devletlerini kurabilmek olarak görünüyordu. Özellikle Avusturya-Macaristan İmparatorluğu özelinde bu gerilim savaşın kıvılcımını da çıkardı: Avusturya-Macaristan kontrolündeki Bosna-Hersek’i kendi topraklarında hayâl eden Sırp milliyetçiliğinin etkisinde bir örgütün gerçekleştirdiği suikastle, kuvvetle muhtemelen neye yol açtığından habersiz Gavrilo Princip isimli bir genç, Saraybosna’yı ziyaret etmekte olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliaht prensi Franz Ferdinand’ı ve eşini öldürdü. Ve olaylar gelişti…
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a önce sert bir ültimatom vermesi ve bunun şartları kabul edilmediğinde de savaş ilân etmesinin ardından 28 Haziran’dan 4 Ağustos’a 37 güne yayılarak aşama aşama çıktı savaş. Balkanlar’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile rekabette olan ve kendisini Sırbistan’ın hâmisi olarak gören Rusya İmparatorluğu; Balkanlar’ı önemli görmese de müttefiki Avusturya-Macaristan aleyhine Rusya İmparatorluğu’nun yayılmacılığını tehdit olarak gören Almanya İmparatorluğu; Almanya’nın son kertede kendisine saldıracağından emin ve dolayısıyla ön almak isteyen Fransa Cumhuriyeti; kıyılarına yüzme mesafesinde olan Belçika’nın tarafsızlığını kendi güvenliği için asal bir tampon olarak gören ve Almanya’nın da kendi güvenliği için istediği tarafsızlık teminatını vermediği için Belçika’ya saldırması üzerine savaşa katılan Büyük Britanya Birleşik Krallığı; doğu Akdeniz’deki hedefleri çerçevesinde taraf değiştirerek İtilâf devletleri’ne katılan İtalya; nasıl alındığı hâlâ tartışmalı bir kararla Osmanlı İmparatorluğu savaşa katıldılar. 28 Haziran’daki suikastten 4 Ağustos’ta Britanya’nın Almanya’ya savaş ilânına kadar olan bu 37 günün her birinde savaşın yayılması engellenebilirdi. Bütün bu ülkelerde birçok insan da engellenmesi için uğraştı nitekim, hatta suikastla öldürülen meşhur Fransız sosyalist barışsever düşünür Jean Jaurès gibi ölümü bile göze alarak. Savaş yanlıları yurttaşlarını ölüme ve toplumlarını yıkıma sürüklemeyi başardılar.
Üçüncü neden olarak yukarıda da bahsedildiği gibi devletler arasındaki toprak elde etme rekabeti gösterilir. Konu sadece Balkanlar da değildir: Almanya İmparatorluğu ile Fransa Cumhuriyeti arasında da o dönem sanayinin ana hammaddesi olan kömür kaynaklarında zengin Alsace ve Lorraine bölgeleri üzerine süregelen bir rekâbet vardı. Dördüncü neden, ilk üç nedenin doğal sonucu olarak görülebilecek silahlanma yarışıdır. Bu kutuplaşmaların arttığı 19.Yüzyıl sonuna doğru modern sanayi üretiminde insan hayatını kolaylaştıran ürünlerle gelişim sağlamanın yerini giderek insan hayatını sona erdirecek silahlarla orduları güçlendirmek almaktaydı. O gün bugündür yatırım ve üretimin silaha değil insanî gelişime aktarılması asal bir talep ve tartışmadır. Silah üretiminin sanayi içerisindeki yerinin artışı ise askeri-endüstriyel kompleks denilen ve siyasi elitlere yakın bir ekonomik elit yaratmıştır.
Beşinci neden kısa savaş yanılsamasıdır. Her bir ülkenin yöneticileri altı ay içerisinde zafere ulaşacağından emindi. 1914 Ağustos’unda cepheye gönderilenler Noel’e (24 Aralık) muzaffer kahramanlar olarak döneceklerini düşünüyorlardı çünkü yöneticileri ve komutanları öyle demişti. Sonrasında ise, 1918 Ocak ayında bile savaşın ne zaman ve nasıl biteceği bilinmiyordu. Sonucu belirleyen 1917’de Amerika Birleşik Devletleri’nin zinde bir kuvvet olarak İtilâf Devletleri tarafında savaşa katılması oldu. 4 senelik sonu gelmez siper muharebelerinde aşırı yıpranan Almanya yenilgiyi kabul etti. Birçok savaşın çıkışına bakıldığında, kısa sürede zafer kazanacağını düşünen yöneticilerin yanılsaması ve toplumlarını yanlış yönlendirmesi görülebilir. En son örnek, Rusya’nın kısa sürede net bir zafer ile başkent Kiev’i kontrol edebileceğini düşünerek Ukrayna’ya saldırması oldu.
Son neden ise, Avrupa’da giderek artan sosyalizm talebini, yâni çalışanların ücretlerinin ve haklarının geliştirilmesi ile üretimin yönetimine katılma isteklerini tehdit olarak gören liberal ve muhafazakâr ekonomik ve siyasî elitlerin bunu milliyetçilik ile bastırmasıdır. Bu elitlerin devlet merkezli ve tektipleştirici bir milliyetçilikte uzlaşması ve 19.Yüzyıl’ın ikinci yarısında modern devletin kent düzenlemelerinden eğitim ve sağlığa kadar etkileyici kamu hizmetleri sunması sonucunda yeni kuşaklar muhafazakâr devlet merkezli bir milliyetçilik ile sosyalleştirildi. Bunun sonucunda, Fransız devrimi ile ilk çıkışındaki haklara ve özgürlüklere dayanan barışçıl ve uzlaşmacı bir milliyetçilik anlayışının yerini, sorgusuz ve koşulsuz aidiyete dayanan ve çatışmacı bir milliyetçilik anlayışı aldı. Bu aidiyet baskısı ve çatışmacılığın sonucu siperlerde telef edilen milyonlarca can oldu.
Bütün bunlara devlet tipleri açısından bakıldığında; Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları bütün modernleşme çabalarına rağmen “eski rejim” diye tâbir edilen eski imparatorluk düzenleriydi. Fransa ve Britanya ise modern, sanayileşmiş ve görece demokratik ve aynı zamanda denizaşırı sömürgeleri olan devletlerdi. Britanya, İngiltere ile beraber İskoçya, Galler ve İrlanda’yı da içeren meşruti yâni anayasal bir birleşik krallık, Fransa ise cumhuriyetti. Rusya İmparatorluğu da aslen tipik bir “eski rejim” idi, ama iki yüzyıldır hevesle giriştiği ve sonu gelmez topraklarını genişletme mücadeleleri nedeniyle benzeri Avusturya-Macaristan ve dolayısıyla onun müttefiki Almanya’nın tehdidini hissetmekteydi; bu nedenle de aslında Kırım Savaşı’ndan (1853-1856) bu yana sınırlarını genişletmesine açıkça karşı çıkan Britanya ve Fransa ile ittifaka girmişti. Yâni ittifaklar modern ve geleneksel güçlerin çatışması değildi, modern devletin gelişimi ve geleneksel imparatorluklar ile tezatıyla örtüşmeyen bir bileşime sahipti.
Sonuçta kazanan modern devletler oldu. Eski rejim denen imparatorluklar tarihe karıştı: Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı İmparatorluğu; karşıt grupta yer almasına rağmen Rusya İmparatorluğu, hatta savaşla doğrudan ilişkili olmamasına rağmen İran ve Çin gibileri de dâhil, dünyada imparatorluk kalmadı. Birinci Dünya Savaşı’nın gâlibi olarak biraz ömrünü uzatan modern sömürge imparatorlukları Britanya ve Fransa da İkinci Dünya Savaşı sonrasında -gene gâlip gelmelerine rağmen- dağılacaktı. Dünya Savaşları sonucunda, 20.Yüzyıl’ın ortası itibariyle dünyada imparatorluk kalmadı.
İmparatorluklar kalmadığı gibi, Fransa’dan Japonya’ya kadar hükümetler de görevde kalamadı. Savaşın acılarının doğurduğu tepki bütün iktidarları yerinden etti. Fransa askerlerinin beşte birini kaybetmişti, üçte biri bir şekilde zarar görmüştü. Britanya benzer bir durumdaydı. 1870 Almanya-Fransa savaşından sonra 44 sene boyunca büyük bir savaş görülmemişti; bu barış ortamı içinde insan hayatını iyileştiren modern ilerlemeye inanmış kuşaklar Birinci Dünya Savaşı’nda vahşice tırpanlandı. O dönemde sayıca çok az ve epeyce gözde olan üniversite mezunları da buna dâhildi: Oxford, Cambridge, Sorbonne gibi meşhur üniversitelerin mezunlarının dörtte biri hayatını kaybetti. Türkiye’de yaygın olan, Çanakkale’de bir Darülfünun gömdük, sözü Britanya, Fransa, Almanya gibi ülkeler için daha da fazla geçerlidir. Aşağıda kayıplarla ilgili tabloda bu çarpıcı durum görülebilir. Bu nedenle, savaş sonrasına hâkim olan tek düşünce savaşların nasıl engellenebileceği idi.
Bahsedilen bu birçok açıdan, savaşların gâlibinin devletler ile eşleştirilmesi yanıltıcı olabilir. İkinci Dünya Savaşı maddesinde daha net görülebileceği gibi, savaşların gâlibi insan aklına ve özgürlüğüne dayalı modern düşünce olmuştur. Modern insanî gelişim için sadece akılcılığa dayanmanın ne kadar yıkıcı olduğu da bu savaşlarla açık ve çok acı şekilde görülmüş; akılcılığın vazgeçilmez olduğu ama mutlaka özgürlükçülük ile eşleştirilmesi gerektiği acı bir deneyim olarak gelecek kuşaklara miras bırakılmıştır. Savaşın sorumlularından olan Britanya dışişleri bakanı Sir Edward Grey savaşın ilk günlerinde karartma uygulamaları başladığında “Avrupa’da ışıklar sönüyor, ömrümüz boyunca bir daha tekrar yandıklarını göremeyeceğiz” demiş. Merhum Grey beyefendinin ahir ömrü bir yana, 1939-45 arasındaki İkinci Dünya Savaşı sonrasında insanî gelişim kaldığı yerden devam edecektir. Bugün de bütün çatışmacı söylem ve eylemlerle, bunların yarattığı çatışmalara ve bundan fayda ürettiğini sananlara rağmen, insan aklını ve özgürlüğünü temel alan insanî gelişim sürmektedir.
Daha fazlası için:
Okuma Önerileri:
Kitap: Niall Ferguson, The Pity of War: Explaining World War I, New York, Basic Books, 1999. Türkçe Çevirisi: Hazin Savaş (1914 – 1918), çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2015.
Makale: Keir A. Lieber, “The new history of World War I and what it means for international relations theory”, International Security, Cilt 32, No. 2, 2007, s. 155-191.
Roman: Ernest Hemingway, Silahlara Veda, çev. Belkıs Dişbudak, Ankara, Bilgi Yayınevi, 2019, 17. Baskı.
Roman: Erich Maria Remarque, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, çev. Burhan Arpad, İstanbul, Everest yayınları, 2015.
Roman: Tarık Buğra, Küçük Ağa, İstanbul, İletişim Yayınları, 2020, 40. Baskı.
Roman: Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, İstanbul, İthaki Yayınları, 2018, 13. Baskı.
İzleme Önerileri:
Film: All Quiet On Western Front (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok), 1979.
Film: Gallipoli (Gelibolu), 1981.
Film: Joyeux Noel (Ateşkes), 2005.
Film: Lawrence of Arabia (Arabistanlı Lawrence), 1962.
Dr. İnan Ruma, İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde görev yapmaktadır. Akademik derecelerini ODTÜ ve Paris-1 Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nden almıştır. Çeşitli dönemlerde Bosna Hersek ve Kosova’daki AGİT misyonlarında çalıştı. Ekonomi Politik, Balkanlar, Rusya, Avrasya ve artık kaçınılmaz hale gelen Türk Dış Politikası üzerine çalışmaktadır. Doğa ile uyumlu yaşamın, emeğin ve özgürlüğün esas olduğunu düşünüyor.