Nükleer güvenlik, güvenliğin tanımında içerildiği şekilde güvenliğe yönelik bir tehlikeden ya da tehlike korkusundan uzak olmak anlamında nükleer tehlikeden uzak olmakla tanımlanır. Uluslararası toplumun gündemine nükleer güvenlik kavramının girişi nükleer bir tehlikenin ilk kez ortaya çıkmasıyla söz konusu olmuştur. İkinci Dünya Savaşının arifesinde Alman bir bilim adamının nükleer fisyonu, yani atom çekirdeğinin parçalanabildiğini ve bu şekilde büyük miktarda enerji açığa çıkabildiğini keşfetmesinin ardından ABD’de “Manhattan Projesi” kapsamında başlayan atom silahı çalışmalarıyla dünyanın gündemine giren nükleer güç kavramı, savaş sırasında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombalarıyla hayata geçmiştir. Nükleer gücün varlığı, nükleer tehdidi hem uluslararası toplumun hem de Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplininin gündemine taşımıştır. Fakat nükleer yalnızca silahlarla bağlantılı bir kavram değildir, enerji olarak ekonomik kullanımı da mevcuttur. Bu şekilde kullanımı ise barışçıl olmakla birlikte çok ciddi çevresel ve insani felaketlere yol açabilecek potansiyele sahiptir. 1961’de SL-1 ve 1979’da Three Mile Islands kazaları ile ABD’de, 1986’da Çernobil ile Sovyetler Birliği’nde ve 2011’de Fukishima ile Japonya’da meydana gelen nükleer felaketler söz konusu tehlike potansiyeline en iyi örnekler olabilir. Fakat nükleer güvenlik, atom bombası tecrübesinin ardından süper güçler arasındaki nükleer silahlanma yarışının hakim olduğu Soğuk Savaş döneminde askeri boyutuyla bir ulusal güvenlik sorunu olarak ele alınmıştır. Nükleer enerjininbarış dışı amaçlarla kullanılması söz konusu olmadıkça bir güvenlik sorunu olarak görülmemiştir. Bu noktada kavramsal bir ayrım olduğunun da ortaya koyulması gerekir. Nükleer silahlanmaya dair ortaya çıkan güvenlik sorunları, nükleer güvenlik (security) olarak ele alınırken, nükleer enerji kullanımının sebep olabileceği tehlikeler nükleer emniyet (safety) ile tanımlanmış, fakat nükleer enerjiye dair bu boyut, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması kapsamında gerekli ilgiyi görmemiştir. Bu bağlamda nükleer güvenlik, ulusal güvenliğin bir parçası olarak nükleer silahların yanlış ellere geçmesi, sabotaj ihtimali ya da silahlar üzerinde kontrolün yitirilmesi odağında ele alınmıştır. Dolayısıyla nükleer güvenliğin, mevcut nükleer gücün korunması, nükleer silahların yayılması ve yine bu kapsamda nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasının sağlanması boyutlarıyla ulusal güvenliğin bir parçası olarak düşünülmesi söz konusudur.
Bu çerçevede nükleer güvenliği sağlamak üzere ilk girişimler, 8 Aralık 1953’te ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower, BM Genel Kurulunda “Barış İçin Atom” konuşmasıyla, atom enerjisinin dünya barışı ve refahı için kullanılmasını sağlamak üzere uluslararası bir denetim mekanizmasının kurulması önerisiyle başlamıştır. Önerinin pratikteki sonucu ise Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) 1957’de kurulması olmuştur. Başlıca amacı nükleer teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılması ve planlanmasında üye ülkelere destek sağlamak ve nükleer güvenlik standartlarını hazırlamak olan UAEA, bu amaçla, nükleer malzemenin yetkisiz kişilerce ele geçirilmesini, dolayısıyla nükleer terör eylemlerini ve tehditlerini önlemek, bu amaçla nükleer güvenlik planları hayata geçirmek, yine insan ve çevre sağlığını korumak amacıyla nükleer ve radyoaktif malzemeyi sebep olacağı zararlı etkileri önlemek üzere korumak; nükleer bilim ve teknolojiden nasıl yararlanabileceği konusunda teknik ve eğitim desteği sağlamak ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşmasının (Non Proliferation Treaty – NPT) uygulanmasını denetlemek görevlerini yerine getirmektedir. UAEA kapsamı genel olarak tüm boyutlarıyla nükleer güvenliği kapsıyor görünmekle birlikte, uluslararası toplumun dikkati her zaman daha çok silahların yayılmasına odaklı olmuş, dolayısıyla nükleer güvenliğin temel odağı da nükleer silahların yayılmasını önlemek olmuştur. Bu anlamda 1968 yılında imzaya açılarak 1970’te yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması(NPT) silahlanma ve yayılmayı önleme konusunda en başarılı olmasa da nükleer güce sahip olan devletler ile olmayanları bir araya getirmesi nedeniyle en temel oluşumdur denilebilir. Bunun yanında yine Soğuk Savaş sürecinde nükleer süper güçlerin nükleer silahlanmanın ve silahların sınırlandırılmasına yönelik ikili girişimler de nükleer güvenlik çerçevesindeki hayata geçen uygulamalar olarak ele alınabilir. Bu bağlamda ABD ve Sovyetler Birliği ilk olarak 1972 ve 1979’da iki Stratejik Silahları Sınırlandırma Antlaşması, SALT-I ve SALT-II’yi imzalamıştır. Bu antlaşmaları1987’de imzalanan Orta Menzilli Füzeler (INF) anlaşmasıizledi. Karadan havaya atılabilen orta menzilli (500 ile 5500 km arasında) tüm nükleer ve konvansiyonel balistik füzelerin yasaklanmasını öngören bu anlaşma, 2019 yılında Rusya’nın resmen çekildiğini açıklamasıyla işlevini yitirmiştir. Soğuk Savaşın sonlarına yaklaşılırken ABD ve Sovyetler Birliği ikili süreçleri sürdürmüş, bu kapsamda ilk olarak Stratejik Silahların Azaltılması Antlaşması (START I 1991), Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise ABD ile Rusya Federasyonu arasında buantlaşmanın ikincisi (START II 1993) imzalanmıştır.2002’de Stratejik Taarruz Sınırlandırma Anlaşmasının (SORT) imzalanmasının ardından START, 2010’da yenilenerek 2011’de yeniden yürürlüğe girmiştir.
Soğuk Savaşın sona ermesinin nükleer güvenlik bağlamında uluslararası gündemin zirvesine taşıdığı sorun esasında nükleer terörizm olmuştur. İlk olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan eski Sovyet Cumhuriyetleri Ukrayna, Belarus ve Kazakistan’ın ellerindeki silahların devlet dışı aktörlerin eline geçmesi endişe ve tehlikesiyle gündemi meşgul eden nükleer terörizm konusu, 11 Eylül saldırılarının temsil ettiği ulusaşırı terör saldırılarıyla gündemin zirvesindeki yerine taşınmıştır. Bu şekilde Soğuk Savaş döneminde nükleer güvenliğe yönelik tehditlerin kaynağı daha çok devlet düzeyinde değerlendirilirken, Soğuk Savaş sonrası dönemde odak devlet dışı aktörlere doğru kaymıştır. Fakat nükleer silaha ya da silah yapma kapasitesine sahip olan, dolayısıyla NPT’ye dahil olmayı reddeden ya da anlaşmadan çekilmiş olan devletler ve sebep oldukları tehlikenin nükleer güvenlik gündemindeki yerini kaybettiği de söylenemez.
Nükleer terörizmin uluslararası toplumun gündemindeki yerini tespit edebilmek açısından 2010-2016 arasında gerçekleştirilen Nükleer Güvenlik Zirvelerine bakmak destekleyici olacaktır. 2009 yılında ABD Başkanı Barack Obama’nın çağrısıyla başlayan zirveler süreci, bir bakıma o güne kadar UAEA uzmanlığının konusu gibi görünen nükleer güvenlik uygulamaları konusunda devletlerin doğrudan belirleyici, oluşturucu konuma gelmelerini sağlamıştır. Zirveler uluslararası toplumun devlet dışı aktörlerden kaynaklanan nükleer tehditlere karşı güvenlik arayışının bir yansımasıdır. İlk zirvede genel amaç, nükleer materyalin devlet-dışı aktörlerin eline geçmesini önlemek, doğrudan nükleer silahların ya da silah yapımında kullanılmak üzere nükleer atıkların ve diğer materyallerin çalınması veya yasa dışı yollardan elde edilmesi olarak ortaya koyulmuştur. Takip eden zirvelerde nükleer güvenliğe dair çok sayıda çok-taraflı bildiri imzalanmış, devletler ulusal düzeyde taahhütlerde bulunmuşlardır. 2016’da gerçekleşen son zirvede, BM, UAEA, INTERPOL (The International Criminal Police Organization), Nükleer Terörizmle Mücadele İçin Küresel Girişim (GICNT) ile Küresel Ortaklık aksiyon planları kabul edilmiştir.
Uluslararası toplumun genel yaklaşımından da anlaşılacağı üzere nükleer güvenlik gerek devlet düzeyinde gerekse devlet dışı aktörler düzeyinde ulusal güvenliğe ya da daha geniş çerçeveden uluslararası barış ve güvenliğe önemli bir tehdit olarak algılanmakta, fakat bu algılama nükleer tehdidin tek bir boyutuna odaklanmaktadır. Bu bağlamda nükleer tehlikenin tüm insanlığı tehdit ettiği ve güvensizleştirdiği yadsınamaz. Fakat nükleer enerji barışçıl amaçlarla kullanılsa dahi doğal afetler sonucu ya da insan hatası dolayısıyla nükleer tesislerde meydana gelecek kazaların çevreye, insan sağlığına ve hayatına verdiği zararla tüm insanlığın güvenliğini tehdit ettiği gerçeğinin de göz ardı edilmemesi önemlidir. Bu yolda nükleer güvenlik ve emniyet arasındaki sınırın ortadan kalkması, bir anlamda birbirlerine bağlı olduklarının kabul edilmesi ve nükleer güvenliğin askeri olmayan boyutlarının da spesifik uzmanlık kuruluşları ve uzmanların ilgilendiği bir alana hapsedilmeden büyük uluslararası zirvelerin tali değil, ana konusu haline gelmesi gerekli görünmektedir.
Daha Fazlası İçin:
Okuma Önerileri:
Kitap: Amandeep S. Gill, Nuclear Security Summits: A History, Londra, Palgrave Macmillan, 2020.
Makale: Marianne Hanson, , “Nuclear Weapons as Obstacles to International Security”, International Relations, Cilt 16, No 3, , 2002, s. 361–379,.
Roman: Pat Frank, Alas, Babylon, Philadelphia, J. B. Lippincott & Co., 1959.
Doç. Dr. Fulya Aksu, İstanbul Altınbaş Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Doktora derecesini 2011 yılında Ankara Üniversitesi’nden ‘Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi’ başlıklı teziyle alan Aksu’nun akademik ilgi ve çalışma alanları, uluslararası ilişkiler teorileri, savaş ve güvenlik çalışmaları ile Türk dış politikasıdır. Doç. Dr. Aksu’nun bu alanlarda, aralarında ‘The Transatlantic Link in Turkey’s Middle Power Identity’, ‘İlkçağlardan Günümüze Haklı Savaş’, ‘Türkiye’de Güvenlik: Algı, Politika, Yapı’, ‘NATO’nun Stratejik Konseptleri’ başlıklı çalışmaları bulunan birçok yayını mevcuttur.