Kültürel güvenlik kişilerin, grupların, toplumların kültürel farklılıklarının, hakların ve ürünlerinin tanınması, kabul edilmesi ve korunmasını olduğu kadar yenilerinin de ortaya çıkışına izin verilmesini de içeren bir güvenlik kavramıdır. Kavramın anlaşılması her şeyden önce kültürün nasıl tanımladığıyla ilişkilidir. Kapsamı oldukça geniş olan kültür bir yandan dil, inanç, gelenekler, değerler, semboller, yaşam biçimi, uygarlık ve bunlara ilişkin her türlü pratik, birikim ve üretimi içerirken bir yandan da entelektüel ve sanat eserlerini içerecek biçimde tanımlanabilir. Bu açıdan kültürel güvenlik denildiğinde bu unsurların tamamını içeren bir güvenlik anlayışından söz edilmektedir. Bu geniş kapsam içindeki kültür unsuları aynı zamanda çeşitli bileşenlerle kişilerin ve grupların kimliğini de tanımlayan unsurlardır. Özellikle kimliğe ilişkin bu unsurlar aynı zamanda en temel insan haklarıdır. Siyasal ve sosyal haklardan sonra kültürel hakların da insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğu fikri zaman içinde yerleşmekle kalmamış aynı zamanda içerik olarak da genişlemiş ve yalnız ulusal değil uluslararası güvence altına da alınmıştır. BM Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilen 1976 yılında yürürlüğe giren Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi bu alandaki en önemli adımdır.
*Kültürel güvenlik düşüncesinin ortaya çıkışının temelleri 19. yüzyıldan itibaren yükselişe geçen milliyetçiliğin ve devletler sistemine hakim olan ulus-devletlerin homojenleştirici politikaları ile başlamıştır. Bu politikalar çoğunlukla hakim grubun üst kültürünün bütün ülkeye yayılması sürecinde farklılıkları asimile etmeyi hedefler. Asimile olmayan ve azınlık olarak var olmaya devam eden gruplar içinse kültürlerine yönelik bir güvenceye sahip olmak her örnekte mümkün olmamaktadır. Buna yönelik talepler ise baskı ya da çatışmaları beraberinde getirebilmektedir. Pek çok iç savaş ülkedeki farklı grupların bu yöndeki taleplerini dile getirmelerinin bir aracı ya da neticesinde çıkmaktadır. Bu da sadece kültürel güvenliği değil yaşam güvenliğine yönelik tehditleri de beraberinde getirmektedir. Yine temel insan hakları çerçevesinde ele alınması gereken azınlık hakları da uluslararası anlaşmalarla düzenlenmiştir.
Buna ek olarak göç hareketlerinin artışı da kültürel güvenliğe ilişkin konuların gündeme gelmesini tetiklemektedir. Özellikle son yıllarda artan zorla yerinden edilmelere bağlı kitlesel göç hareketleri daha önce birbiriyle çok az temas etmiş kültürleri bir araya getirmektedir. Gittikleri yeni ülkelerde kültürel kimliklerini korumak isteyen kişi ve grupların karşısında çoğu zaman bu kimlikleri kendi kimlikleri açısından tehdit olarak algılayan bir anlayış bulunmaktadır. Yaşadıkları ülkelerde azınlık olan ya da çeşitli sebeplerle başka bir ülkeye göç eden kişiler için kültürel güvenlik, kültürel kimliklerinin bütün unsurlarıyla kabul edilmesi ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Bunun anlamı kişilerin bireysel olarak ya da grup halinde bu kimlikleriyle var olabilmeleri ve bu kimliği ifade edebilmelerinin yanı sıra bundan ötürü kendilerini tehdit altında hissetmemeleridir.
Özellikle kriz dönemlerinde kültürel güvenliğe ilişkin konular daha çok önem kazanmaktadır. Toplumsal, siyasal ya da ekonomik kriz karşısında insanların ilk tepkilerinden biri kendi kimliklerine sığınmak olmaktadır. Bu durumda kendi kültürel kimlikleri dışında kalan kişiler ve grupların bir tehdit unsuru olarak görülmesi söz konusu olabilmektedir. Söz konusu kültürel kimlik bir azınlık kimliği de olsa çoğunluk kimliği de olsa tehdit unsuru kendisini benzer biçimlerde hissettirmektedir. Çoğunluk kültürüne mensup kişiler azınlıkları kendi kültürlerine ve bu kültürün üstünlüğüne karşı bir tehdit olarak algılarken onların bu algısı karşı tarafta kendi kültürlerinin ve bununla birlikte kendilerinin de dışlanmak, baskılanmak ve hatta yok edilmek istendiği düşüncesine yol açabilmektedir. Her iki durumda da taraflar kültür üzerinden kendi varlıklarının bir tehdit altında olduğu yargısına varabilmektedir. Varlığa yönelik bu tehdit toplumsal, siyasal veya ekonomik olabileceği gibi doğrudan fiziksel de olabilmektedir. Böylece kültürel güvenliğin de boyutları derinleşmiş olmaktadır.
Böyle durumlarda tehdit altındaki kişi veya grupların kendi devletleri ya da kültürel kimliklerinin çoğunlukta bulunduğu devletler de devreye girebilmektedir. Bu devletler kendi kültürel unsurlarının ve bunları paylaşan insanların ve kültürel haklarının korunmasını talep ederek kültürel güvenliğin aktörleri haline gelmektedir.
Kültürel unsular bunun dışında da devletler tarafından bir güç unsuru olarak kullanılmaktadır. Joseph Nye tarafından ortaya atılan yumuşak güç kavramı, zorlayıcı olmayan unsurları ifade etmek için kullanılmakta ve bu bağlamda kültür unsurlarını da içermektedir. Nye’ın tanımlamasına göre devletler yumuşak güç unsurlarıyla da bir diğer devlete istediğini yaptırma kapasitesine sahip olabilir. Nitekim devletler kültürün geniş kapsamı içindeki öğelerden sahip oldukları ya da farklı durumlara uygulayabilecekleri unsurlar üzerinden diğer devletleri etkileme yoluna gidebilmektedir.
Kültürel güvenliğin bir diğer boyutu sanat eserleri ve tarihi eserlerin korunmasını içermektedir. Bu anlamda yalnızca belli bir grubun değil insanlığın ortak kültürel mirası olduğu kabul edilen eserlerin korunması gündeme gelmektedir. Nitekim Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu’nun (UNESCO) kuruluş amaçlarından biri de bu eserlerin korunması, gelecek nesillere aktarılmasıdır. Buna karşılık 2015 yılında Palmira Antik Kenti’nin İŞİD tarafından büyük ölçüde yok edilmesi bu bağlamda kültürel güvenliğe yönelik ilginin artışına neden oldu. Oysaki bu anlamda kültürel güvenliğin tehdit edildiği pek çok başka örnek bulunmaktadır. Özellikle Nazi Almanyası gerek bu ülkede gerek işgal ettikleri diğer ülkelerde pek çok sanat eseri ve tarihi esere el koymuş, bu eserlerden bir kısmı maalesef tamamen kaybolmuştur. Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya karşısındaki teslimiyetini, bu ülkenin eserlerini Nazilerden korumak, yani bir anlamda kültürel güvenlik kaygısıyla açıklayan bir yaklaşım da bulunmaktadır. İkinci Dünya savaşını takiben 1954 yılında imzalanan Lahey Silahlı Çatışma Halinde Kültür Mallarının Korunması Sözleşmesi de benzer olayların tekrarlanmasını önlemeyi hedeflemekteydi. Tarihi ve sanat eserleri kaçakçılığı da bu anlamda kültürel güvenliğe yönelik bir diğer tehdit unsuru olarak görülebilir. Devletler kendi topraklarından uzun yıllar önce kaçırılmış eserlerin iadesi için bile çabalamaktan geri durmamaktadırlar. 19. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğundan izinsiz olarak kaçırılan Akropolis mermerlerinin Yunanistan tarafından hala geri isteniyor olması bu durumun tipik örneklerinden biridir.
Daha fazlası için
Okuma Önerileri
Kitap: Yasushi Watanabe, Handbook of Cultural Security, Cheltenham – Northampton: Edward Elgar Publishing, 2018.
Kitap: Erik Nemeth, Cultural Security: Evaluating the Power of Culture in International Affairs, Londra: Imperial College Press, 2015.
Kitap: Joseph S. Nye, Yumuşak Güç, Ankara: Elips Kitapları, 2005.
Makale: Şükriye Gökçe Gezer, “Kültürel Güvenlik”, Güvenlik Yazıları Serisi, No. 50, Kasım 2019. https://trguvenlikportali.com/wp-content/uploads/2019/12/KulturelGuvenlik_SGGezer_v.1.pdf
İzleme Önerileri
Film: The Monuments Men, (Hazine Avcıları), 2014.
Film: Woman in Gold, (Altınlı Kadın), 2015.
Film: We Still Live Here, 2011.
Belgesel: Nazi Stolen Art: The Final Restitution, 2015.
Fulya Aksu
Doç. Dr. Fulya Aksu, İstanbul Altınbaş Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Doktora derecesini 2011 yılında Ankara Üniversitesi’nden ‘Dış Politika ve Kimlik: İnşacı Perspektiften Türk Dış Politikasının Analizi’ başlıklı teziyle alan Aksu’nun akademik ilgi ve çalışma alanları, uluslararası ilişkiler teorileri, savaş ve güvenlik çalışmaları ile Türk dış politikasıdır. Doç. Dr. Aksu’nun bu alanlarda, aralarında ‘The Transatlantic Link in Turkey’s Middle Power Identity’, ‘İlkçağlardan Günümüze Haklı Savaş’, ‘Türkiye’de Güvenlik: Algı, Politika, Yapı’, ‘NATO’nun Stratejik Konseptleri’ başlıklı çalışmaları bulunan birçok yayını mevcuttur.