İnsan güvenliği kavramı Uluslararası İlişkiler ve güvenlik literatürüne 1990’ların ortalarında girmiştir. Kavramın kökenleri Aydınlanma hareketi düşünürlerinin eserlerine kadar dayansa da uluslararası güvenliğin kuramsal ve pratik sahasında boy göstermesi 1994’ten itibaren gerçekleşmiştir. Uluslararası ilişkilerde güvenlik geleneksel olarak devleti öncelemektedir. Bir başka deyişle uluslararası ilişkilerde korunması gereken ne veya kim sorusuna verilen cevap genellikle devlettir. Bu yaklaşımı iki temel gerekçeyle açıklamak mümkündür. İlk olarak, geleneksel yaklaşımda devletlerin temel aktörler olarak kabul edilmesidir ve bu yüzden güvenliği sağlanması gereken aktör devlettir. İkinci olarak geleneksel anlayış, devletle birey arasındaki ilişkiyi yurttaşlık bağı üzerinden kurar ve bu anlayışa göre devletin varoluş sebebi yurttaşların güvenliği olduğundan devlet güvendeyse yurttaş da güvende demektir. İnsan güvenliği kavramı işte bu noktalarda devlet güvenliğinden farklılaşmakta, hem bireyi tıpkı devlet gibi korunması gereken bir varlık olarak kabul etmekte hem de devletin güvenliğinin bireyin güvenliği anlamına gelmediğini savunmaktadır.
Kavramın pratikte karşılığını bulmasına aracılık eden ilk gelişme, 1994 yılında Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Raporu’nun yayınlanmasıdır. Bu raporda güvenlik kavramının uzun bir süredir dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı toprakların savunulması ve ulusal çıkarların korunması gibi fiiller çevresinde kurgulandığı belirtilmiş ve devleti merkeze alan bu anlayışın insanı merkeze alacak şekilde değiştirilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır. Rapora göre insanların pek çoğu için güvenlik artık salgın hastalıklarla, yoksullukla, çevresel bozulmayla, açlıkla, temiz suya erişimle, siyasi baskılarla ilişkilidir ve geleneksel güvenlik anlayışı bu ihtiyaçlara cevap verememektedir. İnsan güvenliği bu çerçevede, insanların gündelik hayatlarında ortaya çıkabilecek kronikleşmiş veya kendiliğindengelişebilen ve nihayetinde zarar verici değişimlere sebep olacak tüm tehditlerden uzak olma durumu olarak tanımlanmıştır.
İnsan güvenliğine yönelik tehditler doğrudan ve dolaylı tehditler başlıkları altında ele alınmaktadır. Doğrudan tehditler, insanların maddi ve manevi varlıklarını hedef alan siyasi veya adli tüm şiddet eylemlerini içermektedir. Savaş, iç savaş, soykırım, etnik temizlik gibi siyasi amaçlarla gerçekleştirilen şiddet eylemleri ile adli vakalar kapsamında değerlendirilen tüm şiddet eylemleri bu kategoride değerlendirilmektedir. Doğrudan şiddet eylemi ile gerçekleşmese de kadınlar, çocuklar, azınlıklar ve dezavantajlı gruplara yönelik siyasi ve kültürel baskılar, ayrımcılık ve sistematik kötü muameleler de bu kapsamdaki tehditler arasındadır. Dolaylı tehditler ise doğal afetler, salgın hastalıklar, açlık, yoksulluk, çevresel bozulma, içme suyuna erişim sorunları, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksun olma ve göç neticesinde yaşanan demografik değişimler olarak tanımlanmaktadır.
İnsan güvenliği kavramı çerçevesinde çeşitlendirilen tehditler, genel olarak Uluslararası İlişkiler ve özelde de güvenlik çalışmaları alanında çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Geleneksel güvenlik anlayışına yakın olanlar, kavramın güvenlik alanının sınırlarını belirsizleştirdiğini ve günlük hayatı olumsuz etkileyebilecek her tür konunun tehdit kapsamında değerlendirilmesinin yanlış olduğunu savunmaktadırlar. Bu görüşe göre güvenlik alanını bu derece çok tehdit tanımlayarak bulanık bir hale getirmek gerek akademik anlamda gerekse sahada bir gündem belirlemeyi ve buna bağlı bir eylem planının uygulanmasını engelleyecektir. Geleneksel görüş bu anlamda kavramın içinin boş olduğunu, ütopik kaldığını ve sahada uygulanabilirliğinin olmadığını savunmaktadır.
Öte yandan insan güvenliği kavramının savunucuları, kavramın aslında hiçbir aktörü dışarıda bırakmayan kapsamlı ve etkin bir güvenlik çerçevesi çizdiğini iddia etmektedirler. Kavramın uygulanabilirliğini savunanlara göre, insan güvenliğinin sunduğu kapsamlı çerçevede devlet ve klasik tehditler dışlanmamakta, klasik güvenlik anlayışında ikinci plana atılan tehditler ve aktörler de yeni bir güvenlik mimarisine dahil edilmektedir. Kavramın uygulanabilirliği konusunda da olumsuz görüşlere katılmayan bu grup, Avrupa Birliği (AB) ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi örgütlerin yanısıra pek çok devletin de insan güvenliği merkezli bir dış politika gündemi belirlediğini ve kavramın hayata geçirildiğini savunmaktadır. Literatürde, Ottawa Kara Mayınlarının Kullanımının Yasaklanması Sözleşmesi ve insani müdahalenin koşullarını belirleyen Koruma Sorumluluğu Doktrini gibi gelişmeler insan güvenliği yaklaşımın sahadaki en önemli uygulamaları olarak görülmektedir.
İnsan güvenliği kavramı ekseninde oluşturulan bir gündemin ağırlıklı olarak BM bünyesinde hayata geçirilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Bu amaçla 1999 yılında BM Genel Sekreterliği ve Japonya Hükümeti’nin ortak girişimleriyle bir fon oluşturulmuş, yine aynı yıl 13 ülkenin katılımıyla İnsan Güvenliği Ağı olarak adlandırılan, insan güvenliğini ulusal ve uluslararası güvenlik gündemine yerleştirmek için çalışacak bir platform kurulmuştur. Bu gelişmeleri 2001’de kurulan Bağımsız İnsan Güvenliği Komitesi ve 2003’te kurulan İnsan Güvenliği Danışma Kurulu izlemektedir. Danışma Kurulu’nun görevi insan güvenliğine yönelik eylem planı oluşturmak, BM Genel Sekreterliğine bu konuda danışma hizmeti vermek ve İnsan Güvenliği Fonu’nu idare etmek olarak belirlenmiştir.
İnsan güvenliği kavramı, devleti dışlamayan ancak devlet altı aktörlerin de güvenlik gereksinimlerine dikkat çeken yönüyle güvenlik anlayışımıza önemli bir katkıda bulunmuştur. Geleneksel tehditlerin yanına eklenen doğrudan ve dolaylı tehditler, uluslararası kamuoyunun dikkatini iklim değişikliği, göç, yoksulluk ve gıda güvenliği gibi daha önceleri güvenlik kapsamında değerlendirilmeyen konulara çekmeyi başarmıştır. Bahsi geçen konularda BM İnsan Güvenliği Birimi aracılığı ile Afrika ve Asya başta olmak üzere pek çok bölgede projeler yürütülmektedir. 2020’nin başından itibaren COVID 19’un insan güvenliği üzerindeki olumsuz etkilerine de odaklanan BM İnsan Güvenliği Birimi, kısıtlı kaynakların silahlanma yerine insani projelere harcanması için çalışmalarını farklı platformlarda sürdürmektedir.
Okuma Önerileri:
Kitap: Mary Martin ve Taylor Owen, Routledge Handbook of Human Security, New York, Routledge, 2014.
Makale: Ali Şevket Ovalı, “Ütopya ile Pratik Arasında: Uluslararası İlişkilerde İnsan Güvenliği Kavramsallaştırması”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 3, No 10, 2006, s. 3-52.
Makale: Edward Newman, “Critical human security studies”, Review of International Studies, Cilt 36, No 1, 2010, s. 77-94.
Makale: Gary King ve Christopher J. L. Murray, “Rethinking human security”, Political Science Quarterly, Cilt 116, No 4, 2002, s. 585-610.
Makale: Roland Paris, “Human security: paradigm shift or hot air?”, International Security, Cilt 26, No 2, 2001, s. 87-102.
Roman: Ishmael Beah, A Long Way Gone, New York, Farrar, Straus and Giroux, 2008.
Roman: Fabio Geda, In the Sea There are Crocodiles, New York, Anchor Books, 2010.
Doç.Dr. Şevket Ovalı, Lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 1996 yılında tamamlamıştır. Yüksek lisans derecesini Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’ndan, doktora derecesini ise Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’ndan alan Doç Dr. Ovalı, 2004’ten bu yana Dokuz Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Bir süre Hollanda Maastricht University College’da lisans ve lisansüstü dersler veren Ovalı’nın başlıca çalışma alanları, uluslararası güvenlik, Türk dış politikası, Türk-Yunan ilişkileri ve Türk-Amerikan ilişkileridir. Doç. Dr. Ovalı, 2010’dan beri Uluslararası İlişkiler Dergisi’nin editörü olarak görev yapmaktadır.