1980 ve 1988 yılları arasında gerçekleşen ve “galibi olmayan savaş” olarak da bilinen İran-Irak Savaşı, yarattığı tahribat ve ölü sayılarıyla II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en kanlı savaştır. 1 milyondan fazla kişinin hayatını kaybettiği ve milyarlarca dolarlık ekonomik zararın oluştuğu savaş her iki tarafın da birbirine üstünlük sağlayamadığı uzun süreli bir yıkıma dönüşmüştür. Savaşın görünürdeki sebebi, Fırat ve Dicle nehirlerinin birleştiği ve aynı zamanda da iki ülke arasındaki sınırı belirleyen Şattülarap üzerindeki anlaşmazlıktır. Bu anlaşmazlık 1975 Cezayir Antlaşmasıyla çözülmüşse de Irak’ın bu düzenlemeyi kabul etmemesi savaşın başlıca sebebidir. Cezayir Antlaşmasıyla İran Şattülarap üzerindeki haklarını Irak aleyhine genişletmiş, karşılığında Irak’taki Kürtleri ayaklanmaya kışkırtmaktan vazgeçmeyi taahhüt etmişti. İran’ın kazanımı alan olarak çok küçük olsa da deniz kıyısı olmayan Irak için Şattülarap, Basra Körfezi’ne çıkışın tek yoluydu ve bu anlaşma Irak’ı tamamen bu haktan mahrum bırakmaktaydı. Saddam Hüseyin rejimi bu durumu kendi lehine çevirebilmek için bölgesel ve uluslararası ölçekte uygun bir zaman kollamaktaydı.
Savaş, Irak’ın Şattülarap ve çevresindeki egemenlik alanını genişletmek istemesi sebebiyle çıkmış görünse de arka planda başka sebepler de vardı. 1988 yılında İran-Irak Savaşı’nın jeopolitik sebepleri üzerine önemli bir çalışma kaleme alan Will D. Swearingen’e göre savaşın çıkmasına neden olan birbiriyle ilişkili en az dört sebep daha bulunmaktaydı. Bunlardan ilki Ayetullah Humeyni ve Saddam Hüseyin arasındaki kişisel düşmanlıktı. Saddam Hüseyin 1978’de Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin isteği üzerine Humeyni’yi Güney Irak’taki Şiilerin kutsal şehri Necef’ten çıkarmış ve İranlı dini liderin yaklaşık 13 yıl sürecek sürgün hayatının başlamasına neden olmuştu. Humeyni de İran’da başa geçer geçmez Saddam’ın devrilmesi için elinden geleni ardına koymamış ve Iraklı Şiileri Saddam’a karşı kışkırtmıştı.
Swearingen’in işaret ettiği bir başka sebep ise iki ülke halkları arasında 500 yıldan fazla süren etnik ve mezhepsel düşmanlıktı. Bu düşmanlığın bir boyutunu Araplar ve Persler (Farsi) arasındaki gerilim oluştururken, Şii-Sünni çekişmesi ise bir başka önemli sorundu. Bu düşmanlık 1970’lerin başından itibaren aynı zamanda bölgesel liderlik için yaşanan politik rekabetle daha da keskinleşmişti. Irak’taki Baas Partisi 1960’ların sonlarından itibaren bölgesel liderliği en önemli dış politika hedefi haline getirirken, ABD de yükselen Arap milliyetçiliğine karşı Şah yönetimindeki İran’ı destekliyordu. Ancak 1979’da Şah yönetiminin İslam devrimiyle son bulması bölgedeki dengeleri değiştirdi. Devrimden hemen sonra Şah’ın tıbbi tedavi için ABD’ye kabul edilmesi İran’da büyük öfkeye neden olurken Saddam’ın aradığı fırsat ayağına gelmişti. Kararı protesto eden İranlı öğrencilerin ABD büyükelçiliğini basarak 444 gün sürecek bir rehine krizine neden olmaları, İran’ın uluslararası arenadaki olumsuz imajından faydalanmak isteyen Saddam’ı İran’a saldırmak için cesaretlendirmişti.
İdeolojik rekabet ise Swearingen’e göre savaşın arka plandaki üçüncü sebebiydi. Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, seküler ve anti-emperyalist söylemi ile Arap milliyetçiliğini bölgedeki liderlik yarışının ideolojik silahı olarak kullanmaktaydı. İranlı kadrolar ise İslam devriminin hemen ardından Arap milliyetçiliğine karşı İslam’ı ön plana çıkarmış, Arap milliyetçilerinin başarısızlıklarının sebebi olarak İslami değerlerden uzaklaşmalarını işaret etmişlerdi. Tahran yönetimi, İran İslam devrimini siyasal İslam’ın rüştünü ispat ettiği bir başarı öyküsü olarak sunmakta ve İslam’ı bölgesel güç rekabetinde önemli bir ideolojik silah olarak kullanmaktaydı. Bölgedeki Batı karşıtlığının ideolojik aygıtları haline dönüşen siyasal İslam ve Arap milliyetçiliği 1980’den itibaren kozlarını cephelerde de paylaşacaklardı.
Swearingen, Saddam Hüseyin’in İran’ın kışkırtmalarıyla Irak’ta yaşanabilecek olası bir ayaklanmaya dair kaygılarını savaşın perde arkasındaki dördüncü bir sebep olarak sunmaktadır. 1970’lerin sonunda Irak nüfusunun neredeyse yüzde 60’ı Şiilerden oluşmaktaydı ve İran İslam Devrimi’nin Şii nüfus üzerinde seferber edici bir etki yaratması beklenebilirdi. Şii nüfus, Irak’ın güneyinde Kerbela’dan Basra’ya kadar uzanan ve geniş petrol yataklarının bulunduğu bir bölgede çoğunluktaydı ve burada yaşanacak bir ayaklanmanın Irak’a siyasi ve ekonomik açıdan büyük zarar verebileceği ortadaydı. Saddam’ın tek korkusu Şiilerin ayaklanma riski değildi. Ülkenin kuzeyinde zaman zaman ayaklanarak Bağdat’a büyük sorunlar çıkaran Kürtler de denklemin bir parçasıydı ve Saddam rejiminin zayıfladığını hissettikleri an yeni saldırılarla Musul ve Kerkük gibi stratejik öneme haiz petrol bölgelerini hedef alabilirlerdi.
Savaş 22 Eylül 1980’de Irak ordusunun Hürremşehr ve Abadan’a saldırmasıyla resmen başladı. Irak tarafı ise İran’ın Eylül ayının başlarında Irak sınır bölgelerine yönelik saldırılarda bulunduğunu ve Irak ordusunun bu saldırıları durdurmak amacıyla hareket ettiğini iddia ediyordu. Saddam Hüseyin, İslam devriminden sonra büyük ölçekli tasfiyelerle zayıflayan İran ordusunun kısa sürede teslim olacağını düşünse de, çok geçmeden Hüseyin’in bu tahmininde yanıldığı ortaya çıktı. Savaş, İran’da yeni yönetimin daha da kuvvetlenmesine yol açmış ve kitleleri molla rejimi etrafında birleştirmişti. Tahran tarafından “kutsal savunma” adı verilen bu savaş için adeta tüm toplum seferber olmuş molla rejimine karşı içeride oluşabilecek muhalif hareketler milli dava rüzgarıyla siyaset sahnesine çıkamadan yok olmuşlardı. Irak’ın eğitimli ordusu ve yüksek ateş gücünün karşısına eğitimsiz gönüllüleri süren İran’ın kayıpları korkunçtu, ancak Irak da askeri üstünlüğünü sonuç elde edecek şekilde verimli kullanamamıştı. 1980-1982 döneminde önce Irak ardından da İran karşılıklı saldırılarda bulundular ve savaş 1982’den itibaren iki tarafın da önemli bir hamle yapamadığı yıllar süren bir açmaza dönüştü.
Taraflar savaş boyunca askeri ve ekonomik hedefler dışında sivilleri de hedef aldılar. Bu saldırıların içinde belki de en korkunç olanı, Irak’ın kuzeyinde isyan başlatan ve 1988’de İran ordusu ile işbirliği yaparak Halepçe kasabasını ele geçiren Celal Talabani’nin kontrolündeki Kürtlere karşı düzenlendi. 16 Mart 1988’de Halepçe kasabasına saldırı düzenleyen Irak kuvvetleri kimyasal silahlar kullanarak binlerce sivilin ölümüne neden oldular. Savaş sırasında dünyayı şoke eden bir başka olay ise İran-Kontra skandalının patlak vermesiydi. 1987’de İran’a uygulanan silah ambargosunun ABD Eski Başkanı Reagan yönetimince delindiği ve 1985’ten beri İran’a satılan silahlarla Nikaragua’daki sağcı kontraların desteklendiği ortaya çıkınca ABD Kongresi tarafından soruşturma başlatıldı. Soruşturmada Başkan Reagan doğrudan suçlanmasa da yönetimdeki pek çok kilit isim suçlandı ve hüküm giydi.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 20 Temmuz 1987’de taraflara savaşın derhal ilan edilecek bir ateşkesle son bulması yönünde çağrı yaptığı 598 sayılı kararını yayınladı. Kararın ardından Birleşmiş Milletler’in (BM) arabuluculuğunda yürütülen çabalar yaklaşık bir yıl sonra sonuç verdi. 17 Temmuz 1988’de İran, 18 Temmuz 1988’de Irak hükümetleri BM Genel Sekreterliğine karar metnindeki ateşkes şartlarını kabul ettiklerini bildirdiler. Savaş, taraflar üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin dışında her iki ülkenin güvenlik algıları ve dış politikalarında da önemli değişikliklere neden oldu. İran, savaş sırasındaki yalnızlaşmayı önemli bir zaaf olarak görmekteydi ve bu zaafı ortadan kaldırmaya yönelik iki ayaklı bir strateji geliştirdi. İzole edilme riskine karşı başta Lübnan olmak üzere bölgedeki Şii kuvvetlerin silahlandırılması ve eğitimi, bu stratejinin ilk ayağını oluşturuyordu. İkinci önemli ayak ise nükleer silahlara sahip olmanın İran’ın güvenlik ve dış politikasının bir parçası haline getirilmesiydi. İzolasyon sorunu İran’ı kendi gücüne dayanmaya mecbur ettiğinden, nükleer silahlara sahip bir İran’ın güvenlik endişeleri asgariye indirilmiş olacaktı. Irak ise savaş sırasında Arap dünyasından ve Batı’dan aldığı askeri ve politik desteğin büyüsüne kapılmıştı ve bölge liderliğine yönelik tüm hamlelerinde en azından Arap dünyasından destek bulacağına emindi. İran-Irak Savaşı’nın bitişinden hemen sonra Saddam Hüseyin’in bölgesel liderlik iştahı ile birleşen bu yanlış algı, Irak’ın 1991’de Kuveyt’i işgal etmesine yol açtı. 1980 ve 1988 arasında gerçekleşen İran-Irak savaşı taraflar üzerindeki yıkıcı etkilerinin dışında Orta Doğu’da izleri hala devam eden bir miras da bırakmıştır. Bugün Lübnan’dan Irak’a ve Suriye’den Yemen’e uzanan geniş bir alandaki Şii aktivizminin ve Irak’taki sonu gelmez istikrarsızlığın arka planında yüzyıllardır devam eden mezhep ve toprak çatışmalarının yanı sıra, yakın dönemdeki İran-Irak Savaşı’nın izleri de bulunmaktadır.
Daha fazlası için:
Okuma Önerileri:
- Kitap: Efraim Karsh (ed), Iran-Iraq War: Impact and Implications, Palgrave Mc Millan, New York, 1989.
- Kitap: Efraim Karsh, Guide to the Iran-Iraq War (1980-1988), Osprey Publishing, New York, 2002.
- Kitap: Pierre Razoux, The Iran-Iraq War, Harvard University Pres, Cambridge, 2015.
- Makale: Will D. Swearingen, “Geopolitical Origins of the Iran-Iraq War”, Geographical Review, Cilt 78, No 4, s. 405-416.
İzleme Önerileri:
- Belgesel: Iran-Iraq War: A Tragedy that changed history, PBS, 2021.