İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da büyük bir yıkıma neden olmuştur. Savaşın getirdiği sosyo-ekonomik sorunlar, şehirlerin yerle bir olması ve güvenlik endişelerinin artması Avrupa ülkelerini bu sorunlara çözüm üretmeye yöneltmiştir. Aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeni ve bölünmüş Almanya yeni güvenlik tehditlerine de zemin hazırlamaktaydı.Bu ortamda, içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, siyasal ve güvenlik sorunlarını aşmak, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada istikrarı yakalamak ve ekonomik ilişkilerini geliştirmek isteyen Avrupa ülkeleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin de teşvikiyle çeşitli alanlarda işbirliği modelleri geliştirdiler.
Bu çerçevede, Amerika Birleşik Devletleri’nin de kurucu üyesi olduğu Kuzey Atlantik İşbirliği Örgütü (bkz. NATO) Avrupa güvenliği için atılmış önemli bir adımdı. NATO üyeliği Batı Avrupa için bir taraftan olası dış tehditlere karşı bir bariyer, diğer taraftan Avrupa içinden yeniden yükselebilecek bir güce karşı da istikrar ve güvenliği sağlayacak kurumsal yapıydı.
Bu şekilde NATO’nun kuruluşu ve Atlantik bağlantısıyla güvenlikleri konusunda ilerleme kaydeden (Batı) Avrupa ülkeleri ardından Avrupa iç sorunların çözümüne yöneldiler. Öncelikle, Fransa Dışişleri Bakanı Schuman’ın Almanya ile Fransa arasında uzun süredir gerginlik sebebi olan Ruhr bölgesinin yarattığı güvenlik sorunlarını ortadan kaldırmak üzere yaptığı girişimlerin sonucunda Jean Monnet’in uluslarüstü işbirliği modelleri çerçevesinde 1950 yılında açıklanan Schuman Deklarasyonu ile bu sorun için bir çözüm yolu ortaya çıktı.
Takip eden dönemde, Avrupa bölgesindeki altı ülke (Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Fransa, Batı Almanya ve İtalya) 1951’de yılında biraraya gelerek Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT)’nu kuran Paris Antlaşması’nı imzaladılar. İşlevselci işbirliği modeline dayanan bu topluluk bir anlamda bugün Avrupa Birliği’ne dönüşmüş olan Avrupa entegrasyonu çalışmalarının da başlangıcı oldu. İlgili ülkeler arasındaki siyasi ve askeri sorunların nihai çözüme kavuşturulması yolunda önce ekonomik alanda işbirliği ile başlamak ve bunu da aslında dönemin savaş sanayinde önemli yeri olan iki ürün çerçevesinde gerçekleştirmek o dönem için önemli bir değişimdi. Zira, takip eden dönemde AKÇT ile başlayan ekonomik işbirliğinin getirdiği istikrar ile ilişkiler farklı alanlarda da gelişmeye başlamıştır. 1957 yılında imzalanan Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euroatom) kuruldu. Bu antlaşmalar belli sektörlerde işbirliği öngörse de, en önemli özelliklerinden biri üye ülkeler arasında ilerde bir “Gümrük Birliği” öngörmüş olmasıdır. Aynı zamanda Roma Antlaşması’na göre demokrasiyle yönetilen her Avrupa devleti AET üyesi olabilecekti. Böylece ortaya çıkmaya başlayan temel ilkeler ve anlayış doğrultusunda Avrupa Toplulukları 1973 yılında ilk genişlemelerini gerçekleştirdi ve İngiltere, İrlanda, Danimarka AET, AKTÇ ve Euroatom’a katıldı. Bu genişlemenin ardından ortak bir Avrupa para sistemi oluşturulması ve 1981 tarihinde Yunanistan’ın katılımıyla gerçekleşen ikinci genişlemenin ardından da Avrupa ortak pazarı kurulması tartışılmaya başlandı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, (Batı) Avrupa’yı uzunca bir süredir bir arada tutan Sovyet tehdidinin ortadan kalması, yine birarada olmanın önemli unsurlarından olan NATO’nun sorgulanmaya başlamasına ve Avrupa için yeni güvenlik sorunlarının ortaya çıkıp çıkmayacağı tartışmalarına yol açtı. Bu ortamda 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ile o güne kadar farklı hukuki yapılarıyla varlıklarını sürdüren Avrupa Toplulukları tek bir çatı altında toplandı ve Avrupa Birliği adını aldı. Maastrich Antlaşması, sunduğu kapsayıcı çerçeve ile Avrupa Birliği’nin geliştireceği ortak dış politika ve güvenlik anlayışının da temelini attı. Böylece Maastrich Antlaşması ile Avrupa Birliği’nin ekonomik işbirliği, ortak bir dış ve güvenlik politikası ve içişleri olmak üzere üç ayak üzerinde gelişmesi ve derinleşmesi öngörüldü. Ardından gelen Avrupa Birliği’nin Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi ve üye ülkeler arasındaki ilişkilerin derinleştirilmesiyle birlikte tüm Avrupa kıtasını ilgilendiren farklı güvenlik politikaları da üyelerin gündemine girmeye başladı.
Böylece İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortak ekonomik sorunlarının üstesinden gelmek üzere bir araya gelen ülkelerin ortaya çıkardığı Avrupa entegrasyonu fikri, yıllar içerisinde dünyadaki askeri-siyasi değişimlere farklı politikalarla uyum sağlayarak evrilen bir yapıya dönüştü. Artık ekonomik bir güçten siyasi güce dönüşmeye başlayan Avrupa Birliği, ortaya çıkmakta olan yeni dünya düzeninde farklı tehditlere karşı önlemler alınması gerektiği ve üye ülkelerin bunlara hazırlanması gerektiğini ifade eden bir noktaya ulaşmıştır. Bu çerçevede, Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (Common Foreign and Security Policy – CFSP) oluşturulmuş, böylece bir devletin diğer bir devlet ile geliştirebileceği bütün siyasi ve güvenlik ilişkileri belirli bir kapsam içine alınmıştır. CFSP’nin temeli 1998 yılında Saint Malo’da düzenlenen zirvede güvenlik politikalarının genişleme ve derinleşme süreçlerine entegre edilmesi konusunun tartışmaya açılmasıyla atılmıştır. Bu zirvede Avrupa Birliği çerçevesinde caydırıcı askeri kuvvetlerle güçlendirilecek çeşitli politikaların oluşturulması ele alınmış, daha sonra CFSP’ye dönüşecek olan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (European Security and Defence Policy – ESDP)’nın oluşturulması karara bağlanmıştır.
CFSP’nin önemli bir unsuru olan Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (Common Security and Defence Policy – CSDP) ise gelinen noktada sadece askeri değil sivil güvenlik konularını da kapsamaktadır. CSDP’yi kurumsallaştıran 1999 Köln Zirvesi, geliştirilen politikalara uygun sivil ve askeri organlar oluşturulmasını da karara bağlamış, bu kapsamda 2003 yılında Avrupa Birliği’nin uluslararası güvenlik tehditlerine karşı ortak anlayışını gösteren Avrupa Güvenlik Strateji Belgesi kabul edilmiştir.
Avrupa Birliği’nin bölgesinde elde ettiği ekonomik ilerleme, kalkınma refah artışıyla Avrupa kıtasına getirdiği istikrar bölgesel güvenlik ve barışa büyük katkı sunmuş, yüzyıllarca çatışmaların odağı olmuş olan Avrupa’da çok çeşitli alanlarda ortak politikaların geliştirilmesi ve uygulanmasını dahi mümkün hale getirmiştir. Nitekim, Avrupa Birliği Soğuk Savaş sonrası dönemde ekonomik ilişkilerini güçlendirerek temelini kurduğu güvenliği farklı alanlarda da uygulamaya başlamış ve bu uygulamalar 2007 Lizbon Antlaşması’yla kapsayıcı bir çerçeveye oturtulmuştur.
Soğuk Savaş sonrası dönemin değişen güvenlik tehditleri de Avrupa Birliği’nin ortak dış ve güvenlik politikaları geliştirmesine imkân sağlamıştır. Gelinen noktada CFSP, birliğin bağımsızlığı, üye devletlerin güçlendirilmesi, insan haklarına saygı gösterilmesi ve uluslararası hukuk kurallarına uymak gibi ilkeler çerçevesinde politikalar geliştirmektedir. Bu politikalara destek olması için 1992’de Eurocorps (Strazburg merkezli 1000 kişiden oluşan hükümetlerarası askeri birlik) kurulmuştur. Nihayetin 50.000 kişilik bir kuvveti sahaya sürmesi öngörülen yapı aradan geçen sürede bağımsız hukuki yapısına kavuşmuş ve Birlemiş Milletler ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı çerçevesinde oluşturulan çeşitli misyonlara katkı vermiştir. Benzer şekilde, 1995 yılında kurulan EUROPOL, üye ülkeler arasında suçlarla ve terörizmle mücadele alanında bilgi paylaşımı ile birliğin iç ve sınır güvenliğinin korunmasını amaçlamaktadır. EUROPOL’un kuruluşuyla birlikte Avrupa çapında örgütlü suçlarla mücadele ve üye devletlerin kolluk birimleri arasında koordinasyon ve yardımlaşma konularında ortak politikaların geliştirilmesinde önemli bir adım atılmıştır.