Uluslararası ilişkilerde en bilinen savaş tanımlaması Carl von Clausewitz’in Savaş Üzerine eserine atfedilir. Clausewitz basitçe savaşı devletlerin temsilcileri arasında gerçekleşen geniş ölçekli askeri karşılaşma olarak tanımlar ve siyasetin bir türü olarak betimler. Savaş, savaşan taraflar, onların çatışma pratikleri ve bu pratiklerin yarattığı sonuçları ile bütüncül bir süreçtir. Zaman içerisinde farklı savaş türleri üzerine yapılan çalışmalar bu kısıtlı bakış açısına yeni faktörler ve aktörler ekleyerek savaş kavramının kapsamını genişletmiştir. İç savaş, hibrit savaş, vekalet savaşı gibi pek çok yeni savaş türü üzerine geniş bir literatür ortaya çıkmıştır. Farklı savaş türlerine Modül 2’nin ilerleyen derslerinde yer vereceğiz.
Barış ise tarihi savaş kadar eskiye dayanan bir kavramdır ve en temel haliyle savaş veya çatışma durumunun olmaması olarak tanımlanır. Bu iki kavram klasik görüşte birbirinin zıttı olan iki duruma işaret eder. Fakat zaman içerisinde her iki kavram da dünya siyasetinin dönüşümüne paralel olarak değişmiş ve bir zıtlığın iki tarafı olmaktan öte anlamlar kazanmışlardır. Bu derste de savaş ve barış kavramlarının güvenlik çalışmalarındaki dönüşümünü ele alacağız.
Klasik realist bakış açısı savaşı uluslararası sistemin doğal bir unsuru olarak kabul eder ve ortadan kaldırılmasının mümkün olamayacağını düşünür. Anarşik yapıdaki uluslararası sistemde savaş devlet politikalarının doğal uzantısıdır. Bu görüşün en önemli düşünürlerinden Kenneth Waltz, Man, States and War başlıklı kitabında savaşın nedenlerini üç düzlemde inceler: savaşlar birey düzeyinde insan doğası ile, devlet düzeyinde devletlerin iç politik dinamikleri ile, sistem düzeyinde ise anarşik uluslararası sistem içerisindeki güç dağılımı çerçevesinde ela alınır. Bu yaklaşıma göre, savaşan aktörler olarak devletler yasal çerçevede güç kullanma tekelini ellerinde bulundururlar. Şiddet ulus-devletlerin inşa sürecinde merkezi bir rol oynar ve devlet yapılanmasının ilk unsurlarından biri merkezi yönetimin kontrolündeki silahlı güçlerdir. Uluslararası sistemdeki anarşik düzenin bir sonucu olarak devletler oluşumlarının ilk aşamasından itibaren sistem içerisinde kendilerini koruma mekanizmaları geliştirirler. Bunun da en yaygın yolu güç artırımı, özellikle askeri güç artırımıdır.
Buna benzer bir kurumsal yaklaşım liberal görüş içerisinde Max Weber’in çalışmalarında gözlemlenmektedir. Weber doğrudan savaş üzerine bir çalışma yapmamış olsa da modern devlet tanımı savaşların doğası hakkında ipuçları vermektedir. Weberyan anlayışa göre devletler meşru güç kullanımına sahip olan siyasi kurumlardır ve dolayısıyla bir toprak üzerinde egemenlik kurma hakkı devletlere atfedilmiştir. Gücü devletlerin kurumsal bütünlüğünün bir parçası olarak tanımlayarak ordu inşası ve kolektif güç kullanımı gibi unsurlar da devlet tekelinde yürütülür. Öte yandan sistem içerisinde devletler arasında yaşanan savaşların yanı sıra, iç savaşlar da mevcut devletlerin çökmesi veya yeniden inşa edilmesi için önemli bir unsurdur. Devlet düzeyinde gücün el değiştirmesi için bir araç olarak karşımıza çıkar ve savaşan tarafların stratejilerine göre siyasi bir dönüşüm yaratır (bkz. İç Savaş.
Özetle savaş kavramı üzerine tartışmalara ilk modülde bahsettiğimiz Uluslararası İlişkiler disiplininin temel kuramları açısından baktığımızda, farklı teorik yaklaşımlar ön plana çıkar. Realist görüşün temelini bulduğu önemli eserlerden Peleponnez Savaşları kitabında Tukidides, savaş ve savaşta strateji düşüncesinin temellerini savaşın kaçınılmazlığı fikriyle işler. Yine üzerinde çok tartışılan Machiavelli’nin Prens kitabında savaşın kazanılması için olmazsa olmaz unsurun, orduların teşkilatlanması ve etkin liderlik olduğu öne sürülür. Clausewitz ise Savaş Üzerine başlıklı çalışmasında savaşı, devletlerarası ilişkilerde politikanın farklı araçlarla devamı olarak kabul eder. Liberal Weberyan görüşe göre de devlet oluşumu sürecinde yapılan savaşlar kaynak sağlanması, bürokratik sistemin oluşması gibi unsurların sağlaması açısından önemlidir. İnşacı kuramın savaş kavramına yaklaşımında ise savaşların savaşan taraflarca tarihsel ve bağlamsal olarak inşa ettikleri olgular üzerinden işlenir ve genel geçer ve doğal hal olarak savaş anlatısı yerine savaşların meydana geldiği tarihsel ve sosyolojik süreçlere odaklanılır.
Savaş kavramı zaman içerisinde farklı savaş türlerinin ortaya çıkması ile çeşitlenmiştir. Günümüzde geleneksel bakış açısının öngördüğü devletler arası savaş giderek azalan oranda görülen bir faaliyete dönüşmüştür. Bunun yerine savaşların farklı özelliklerine göre devletlerarası savaş, iç savaş, hegemonik savaş, topyekûn savaş, sınırlı savaş, asimetrik savaş gibi yeni sınıflandırmalar ortaya çıkmıştır. Geleneksel savaş anlayışı askeri yöntemlerle sürdürülürken, bugün kullanılan silahlı unsurlara göre konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan savaş türlerinden bahsedilmektedir. Aynı zamanda savaşların amaçları da geleneksel olarak toprak ve kaynak kazanımı/hakimiyetine odaklanmışken, günümüzde bu da çeşitlenmiştir. Toprak kazanımı dışında düşman devletin dış politika davranışlarını kısıtlayıcı ya da caydırıcı, iç siyasi otorite yapısını değiştirme amaçlı ya da insani müdahale amaçlı savaş türleri olabilmektedir. Farklı savaş türlerine yine bu modülün farklı derslerinde değineceğiz.
Barış kavramının tanımlaması kısıtlı ve geniş tanımı olarak iki şekilde tartışılmaktadır. Barışa kısıtlı bir yaklaşım sunan negatif barış kavramı savaşı yukarıda da bahsettiğimiz klasik tanımlamalarla paralel bir şekilde “şiddet” boyutu ile ele alır. Negatif barış savaşın olmaması durumuna işaret eden kısıtlı bir tanımdır. Barışı bu şekilde tanımlayan literatürün temel kaygısı barış kavramını savaş ile bir zıtlık durumu olarak ele alıp metodolojik olarak aynı şekilde tartışmaya elverişli olması ve kavram karmaşasının ortadan kaldırılmasıdır. Savaşın temel bir unsuru olan şiddet barış tanımlaması yapılırken bu nedenle referans noktası olarak ele alınır. Barış Çalışmaları alanında önemli bir yeri olan Galtung (1969), barış tanımlaması yaparken bu doğrultuda şiddete de önemli bir yer ayırmakta fakat barışın zıttı olan savaş tanımını sadece fiziksel şiddeti içeren dar bakış açısından farklı bir noktaya götürmektir.
Son yıllarda gazetecilikte kullanılan “soğuk barış” kavramı, şiddetin azaltıldığı fakat barışın tam olarak sağlanamadığı durumları anlatmak için kullanılmaktadır. Şiddetin azaltılması veya tamamen ortadan kaldırılması barış için gereklidir, fakat yeterli değildir. Bir durumun barış olarak nitelendirilebilmesi için, savaşın yokluğunun yanı sıra, “pozitif” bazı şartların da bulunması gerekir. Pozitif barış kavramını savunanların ortaya attığı bu yaklaşıma göre adalet, hakkaniyet, özgürlük gibi farklı değişkenlerin sağlanması gerekliliği vurgulanmaktadır. Barış tanımıyla ilgili bir diğer konu “uyum” boyutudur; bireylerin, grupların, toplulukların veya ulusların karşılıklı uyum içerisindeki ilişkilerine işaret eder. İlişkilerin uyum seviyesinin azdan çoğa doğru seyri ile barışın kalitesi ölçülebilir.
Galtung ayrıca barışın pozitif boyutunu “işbirliği,” “entegrasyon” ve “sosyal adalet” olguları ile tanımlar. Bu olguların yüksek seviyede olması daha güçlü bir barış ortamına işaret eder. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sağlık tanımı, barış kavramının bu iki boyutlu tanımına ilginç bir metaforik paralel oluşturmaktadır. 1948 Dünya Sağlık Örgütü Şartı sağlık kavramını “sadece hastalığın veya zayıflığın olmaması durumu olarak değil, bütün olarak fiziksel, sosyal ve zihinsel iyi olma hali” şeklinde tanımlamaktadır. DSÖ ayrıca hayat kalitesi verilerini sağlığın pozitif boyutunun bir göstergesi olarak tanımlar. Tıpkı sağlığın sadece hastalık olmaması durumu olarak tanımlanamayacağı gibi, barış da sadece şiddetin yokluğu olarak tanımlanmamalı, pozitif boyutları öne çıkartılmalıdır. Barışın bu pozitif boyutunun temel konsepti kişiler veya gruplar arasındaki barışçıl ilişkilere işaret eder.
Barış literatürü “yapısal şiddetin” yok edilmesini barışın pozitif boyutunun bir unsuru olarak görmektedir. Yapısal şiddet, sosyal yapının bir parçası olan sosyal, ekonomik ve politik şartların şiddet, eşitsizlik, adaletsizlik, sosyal servislere erişememe gibi sorunlara neden olacak şekilde evirilmesi durumudur. Bunlar ölümlere, sağlıksız bireylerin çoğalmasına veya toplum içindeki bireyler ve grupların baskılanmasına neden olabilir. Toplumda var olan bu anlamdaki yapısal şiddeti azaltacak sosyal kurumların oluşturulması pozitif barış ile ilişkilendirilmiştir.
Savaş klasik kuramlarca nasıl doğal bir hal olarak kurgulandıysa, barış da bu bakış açısına görüşe göre tam tersi çaba gösterilerek sağlanması gereken bir kavram olarak karşımıza çıkar. Yani barış doğal bir durum değildir, insanlar tarafından her zaman baştan yaratılmalıdır. Uluslararası sistemde de barış genelde güçle desteklenmesi gereken, hukuksal anlaşmalara ve siyasi dayanışmaya bağlı bir durum olarak tanımlanır. Realist görüşe göre doğal hal savaş olduğundan, savaşın tamamen ortadan kaldırılması anlamında bir barış halinden söz edemeyiz. Savaş hep sistemde var olacaktır, ancak kontrol altına alınabilir, düzenlenebilir.
Liberal ve Neo-liberal kuramlar ise uluslararası barışın devletlerarası düzlemde liberal norm ve kuralların kabulü ve uygulanmasına bağlı olarak gerçekleşebileceğini varsayarlar. Liberal normların yerleşmesiyle demokratik rejimler, liberal ekonomik kuralların uygulanmasıyla da serbest piyasa ekonomisi yaygınlaşır ve böylece uluslararası sistem genelinde devletlerarası etkileşim çatışmacı rekabet ve savaş üzerine kurulu düzeninden uzaklaşır, barış ortamına ulaşılır. Bu tür bir sistemin sürdürülmesi devletlerin birbiri ile bağımlılığını artıracağından işbirliği ağırlıklı bir sistem oluşur. Liberal görüşe göre, bu bağımlılık neticede devletleri aralarındaki anlaşmazlıkların çözümü sürecinde barışçıl hareket etmeye teşvik edecektir.
Liberal düşünce bu sistemin kurulması için işbirliğinin kurumsallaşması gerekliliğini savunur ve uluslararası örgütler de bu yapının merkezindedir. Uluslararası örgütler kolektif güvenlik zeminini sağlar ve devletler ortak hareket ederek barışa ulaşabilir. Kolektif güvenlik sisteminde devletler saldırgan aktörleri durdurmak için ortak tepki verecek, barışı tehdit eden devletlere karşı caydırıcı bir kuvvet bulundurulacaktır. Fakat bu işbirlikçi sistemin kurulması için yine liberal kuramın temel varsayımlarından olan demokratik normların da taraflarca içselleştirilmesini gerektirir. Bu doğrultuda Demokratik Barış anlayışı ön plana çıkar. Bu kurama göre, demokratik normların yaygınlaşması ve yerleşmesi ile demokratik temsile dayalı yönetimlerin sayısının artması uluslararası barışa hizmet edecektir. Zira, demokratik temsil iktidarı hesap verebilir kılmakta, devleti şahsi menfaati istikametinde çatışmaya sürükleyebilecek liderleri engellemektedir. Ayrıca, iç yapılanmalarında çatışmacı olmayan çözüm yollarını öncüleyen demokrasiler, uluslararası alanda da karşı karşıya geldiklerinde çatışmayı değil, müzakere ve görüşme yollarıyla sorunlarının çözümlerini tercih edeceklerdir.
Eleştirel kurama göreyse kalıcı barış, pozitivist uluslararası ilişkiler teorilerinin devlet eksenli yaklaşımlarından farklı olarak, ancak insanın merkezde olduğu bir süreçle gerçekleşebilir. Uluslararası sistemde anarşi ve güç gibi sabit unsurlar olduğu fikrine karşı çıkan Eleştirel Kuram, barışın insan topluluklarının ortak hareket etmesiyle sağlanabileceğini varsayar. Kalıcı barış, bireyin özgürleşmesine bağlıdır. Bireyin özgürleşmesi ise insan haklarının önündeki engellerin kaldırılması ve toplumda maddi ihtiyaçların giderilmesiyle mümkün olabilir. İnsan topluluklarında kültürel hakların ve kimliklerin tanınması ve kabul edilmesi, kültür ve kimlik farklılıklarına dayalı ayrımcılık ve dışlamanın engellenmesi barış için gereklidir.