Post-yapısalcılık, güvenlik alanında eleştirel yaklaşımlarda ve bir üst kategori olarak yeni güvenlik çalışmalarındaki savaş ve barış üzerine yapılan tartışmalar ile daha önce üzerinde durduğumuz feminist çalışmalar, postkolonyal yaklaşımlar ve uluslararası siyaset sosyolojisi perspektiflerinden yapılan çalışmaları kapsayan bir metodoloji/yaklaşım sunar. Yapısalcı geleneksel güvenlik çalışmalarının temel epistemolojik, ontolojik ve metodolojik varsayımlarına güvenliğin tanımı ve pratikleri eleştirisinden yola çıkarak yeni yaklaşımlar getirirler. Michel Foucault, Jacques Derrida, Judith Butler gibi güvenlik alanının dışındaki yazarların siyaset felsefelerinden etkilenen bu çalışmalar, sadece olgulara değil, söylem gibi inşa edilmiş güvenlik algılarına da değinirler.
Özellikle Foulcault’nun güç ve bilgi ilişkisi üzerine çalışmaları güvenlik çalışmalarında sıklıkla kullanılan referanslar içerir. Egemenlik, bio-politika gibi kavramlar bugün güvenlik pratiklerinin merkezinde olan devletin gözetleme mekanizmaları ve sınır güvenliği pratikleri gibi alanlarda kullanılmaktadır. Öte yandan, postkolonyal çalışmalarda da gördüğümüz gibi, kültürel farklılıkların geleneksel güvenlik yaklaşımlarında nasıl göz ardı edildiği ve bu farklılıkların nasıl değişken güvenlik pratikleri doğurduğu da eleştiri konusu olmuştur.
Derrida ise yine postkolonyal ve feminist güvenlik çalışmalarında değindiğimiz ikilikler temelli geleneksel yaklaşımlara yönelttiği eleştirileriyle güvenlik çalışmalarında yer bulur. Bağlamın söylemin merkezinde olduğu varsayımı, zayıf-güçlü ve maskülen-feminen gibi ayrımların aslında bu ikiliklerin güçlü olan taraflarının inşa ettiği tanımlarla var olduğu gerçeğini ön plana çıkartır ve buna karşı “öteki” tarafın tanımlarının nasıl değişkenlik göstereceğini betimler. Bu ötekileştirme pratiği aslında kimin güvenliğinin sağlanacağı ya da kimin güvenliği tesis edeceğinin tanımlanmasında da önemli rol oynar.
Güç kavramı bu tartışmaların merkezindedir. Sadece askeri güçle tanımlanabilecek materyal güç değil, özellikle söylem şekillendirecek güç kavramı üzerinde durulur. Başka bir deyişle, güvenlik dilini ve söylemini oluşturan güçlü aktörler doğal bir şekilde tek taraflı bir güvenlik tanımı ve pratiği uygularlar. Bunun tersine söylem her zaman bağlamsal olarak inşa edilir. Bu anlamda post-yapısalcı yaklaşımlar geleneksel güvenlik çalışmalarındaki evrensel genel-geçer tanımlamalar ve söylemlere karşı bir duruş sergilerler. Güvenlik çalışmalarında hâkim olan tanımlamalar ve pratikler mevcut güç hiyerarşisinin bir yansıması olarak alanda yerleşmiş kavramsallaştırmalara yol açmıştır. Yine güvenlik çalışmalarında “güvenlik nedir” sorusuna verilen cevaplarda “biz” ve “öteki” ayrımından yola çıkılır. Klasik güvenlik yaklaşımlarında güvenlik sadece bizim güvenliğimiz üzerinden tanımlanır ve pratikler de bu tanımlama ile şekillenir. Post-yapısalcı yaklaşımlar ise bir tarafın güvenliğinin aslında ötekinin güvensizliği olabileceğine işaret eder. Bu sorunu bir sonraki modülde güvenlik ikilemi konusunu işlerken ayrıca ele alacağız.
Post-yapısalcı güvenlik yaklaşımları bu bağlam sorununu çok disiplinli bir yaklaşımla çözmeye çalışırlar. Dil, söylem, kültür gibi bu alanda ön plana çıkan kavramlar nedeniyle dilbilim, etnografya ve kültürel çalışmalardan beslenen eleştirel yaklaşımlar, güvenlik ve savaş gibi kavramlara alternatif yaklaşımlar getirmeyi amaçlar. Özetle “biz” tarafından üretilen kavramların “öteki” tarafından nasıl algılandığını anlamaya çalışırlar. Örneğin David Campbell, Soğuk Savaş döneminde şeytanlaştırılan bir “öteki” olarak Sovyetler Birliği tanımlamasının, ABD’nin öteki üzerinden kendisini dünya siyasetinde nasıl konumlandırdığı ve nasıl bir kimlik inşası yürüttüğünü göstermektedir. Bu ikilikte ABD’nin elinde bulundurduğu sembolik gücü negatif bir öteki yaratmak için nasıl kullandığı anlaşılmalıdır. Daha genel bir bakışla, bu hiyerarşik güç dengesinin söylemi nasıl şekillendirdiğini her türlü çatışma durumunda gözlemleyebiliriz.
Bu bağlamda, uluslararası siyasette dış politikalar aracılığıyla inşa edilen kimlik temsillerinin post-yapısalcı analizlerinde önemli bir yer tutan güvenlik söylemlerine de değinmek gerekmektedir. Gerçekçi anlatılarda doğallaştırılan topluluk egemen devlet olduğundan, güvenlik denildiğinde de ulusal güvenlik tanımı öncelik kazanır. Devlet güvenliği bireysel güvenlik için esastır, bu da ancak bireylerin ulusal güvenliği tanımlama hakkını egemen devlete vermesiyle mümkündür. Post-yapısalcı yaklaşımlar ise, bu yaklaşımı sorunsallaştırarak, güvenlik kavramının ulusal “ben/biz” ile dışarıdaki “öteki” arasında radikal bir fark kurmakta olduğuna, “kimliği radikal biçimde tehdit eden ötekinden korunmaya muhtaç bir ulusal ben/biz olarak inşa ettiğine dikkat çekerler.” Güvenlik söylemi varlığın sürmesi ile ilgili olduğundan, hükümeti, toprağı ve toplumu da içerecek şekilde devlet için varoluşçu tehditler inşa ederek, ulusal topluluğun doğallaştırılmasına katkıda bulunur. Böylece güvenlik tehditleri sadece “devleti potansiyel olarak zayıflatacak” şekilde algılanmaz, aynı zamanda öne sürülen ulusal çıkarları tehlikeye attıkları söylemiyle devletin kendisini tesis eder.
Güvenlik söyleminin güvenlik çalışmalarında bir sorun olarak ele alındığı en bilinen yaklaşım “güvenlikleştirme” kavramı çerçevesinde gelişmiş olan çalışmalardır. Güvenlikleştirme, söylemi merkezine alarak, bir meselenin nasıl güvenlik sorunu haline geldiğini söylemler üzerinden betimler. Buna göre, güvenlik söylemi sadece askeri alanla ilgili konularla sınırlanmayabilir, siyasi ve toplumsal konular da güvenliğin gündemine girebilir. Belirli bir konunun söylem inşası aracılığıyla bir güvenlik meselesi olarak sunulmasına “güvenlikleştirme” adı verilir. Güvenlik söylemi “gücü meşrulaştıran ve sorumluluk yükleyen siyasi bir söylem” olarak algılandığından, siyasi aktörler bu kavramı devletin askeri güvenliği bağlamının dışında kullanmayı tercih ederler ve böylece daha geniş güvenlikleştirme pratiklerini benimserler. Burada temel söylem aracı varoluşsal tehditler olarak karşımıza çıkar.
Güvenlikleştirilen tehditler ise devletin varlığını sürdürmesini engelleyebilecek her türlü tehdit olabilir. Devletin karşı karşıya olduğu varoluşsal tehditler, onun egemenliğini ve/veya ideolojik meşruiyetini zayıflatan askeri olmayan tehditler ile ulusal birliği tehdit eden dil, gelenekler, etnik köken gibi inşa edilmiş “öteki”lerden oluşabilir. Örneğin Campbell, Soğuk Savaş sonrası Amerikan söylemlerinde uyuşturucu kullanımı ve Japonya’nın ekonomik gücünün yeni ulusal tehditler olarak inşa edilmesine odaklanmıştır. Güvenlik söylemi varoluşsal tehdit algılarına dayandığı için, bir konunun güvenlik meselesi haline getirilmesi ve bu şekilde kabul edilmesi, söz konusu güvenlik tehdidiyle mücadele edilebilmesi için genel geçer kuralları ihlal eden “acil tedbirlerin ve özel önlemlerin” alınmasını da meşrulaştırır. Güvenlikleştirmenin daha detaylı bir tartışmasını bu Modül’ün son dersinde görebilirsiniz.
Bu örnek gibi birçok güvenlikleştirme söylemi güvenliğe eleştirel yaklaşımlar kapsamında bahsettiğimiz sorunlara işaret eder. Feminist güvenlik çalışmalarında gördüğümüz eril dilin güvenlik tanımlamalarına ve pratiklerine nasıl sirayet ettiği, postkolonyal güvenlik çalışmalarında Kuzey-Güney, Doğu-Batı ikiliklerinin nasıl güçlüler tarafından inşa edildiği gibi konular bu kapsamda değerlendirilebilir. Post-yapısalcı çalışmalar, Uluslararası İlişkiler alanında olduğu gibi Güvenlik Çalışmalarında da bilgi ile siyasi güç arasındaki ilişkinin derinlemesine incelenmesini sağlamış, farklı yorumlamalar arkasındaki siyasi dinamiklere dikkat çekerek, neden oldukları epistemolojik ve siyasi dayatmaları sorgulamıştır. Böylece post-yapısalcı etik uyarınca yaklaşımlar farklı siyasi toplulukların varlığını mümkün kılıp, uluslararası ilişkilerde hâkim olan tek taraflılığın ve hiyerarşik düzenin dönüşümünü sağlamayı amaçlamıştır.