Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte jeopolitik, kaybetmiş olduğu prestij ve popülaritesini geri kazanmakla kalmamış, daha önce hiç olmadığı kadar öne de çıkmıştır. Bu dönemde jeopolitik, siyaset biliminden ekonomiye, uluslararası hukuktan medya ve siyasete kadar pek çok alanda uygulanan bir yöntem haline gelmiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıktığı düşünülen yeni dünya düzeni mevcut jeopolitik yaklaşımların gözden geçirilmesi ve yenilenmesini gerektirmiştir. Bu çerçevede, Soğuk Savaş sonrasında jeopolitik yeniden ele alınırken, geleneksel anlayışın sınırları içinde kalınmamış, eleştirel jeopolitik anlayışı daha fazla öne çıkmıştır. 1980’li yılların sonlarından itibaren gelişmeye başlayan Eleştirel Jeopolitik anlayışının dönüm noktası John Agnew ve Gerard Ó. Tuathail’in “Jeopolitik ve Söylem” başlıklı makalelerinin Political Geography dergisinde yayınlandığı 1992 yılı olmuştur. Dünya siyaseti inşasının altında yatan coğrafi varsayımlarla ilgilenen eleştirel jeopolitik, siyasi pratik ile coğrafi alan tanımı arasındaki ilişkiye odaklanır. Eleştirel jeopolitiğin ilk çalışmaları, mevcut jeopolitik söylemleri yapıbozuma uğratmaya odaklanarak, Ó. Tuathail’in ifadesiyle, uluslararası siyasetin, bunu belirli türden yerler, insanlar ve olaylardan oluşan bir dünya olarak temsil etmek isteyen merkez devletler ile hegemon devletler tarafından nasıl mekansallaştırıldığını ortaya koymaya çalışmıştır (Agnew ve Tuathail, 1992: 192).
Erken dönem eleştirel jeopolitik çalışmalar, ana akım çalışmaların veya Soğuk Savaş jeopolitiğinin yapı sökümünü amaçlayan daha tarihsel analizlere yönelirken, zamanla eleştirel bakışlarını alternatif siyasi alanlara ilişkin yeni vizyonlarla birleştirmek yönünde gelişmişlerdir. Eleştirel jeopolitik çalışmalar, tek bir kategori altında sınıflandırılamayacak kadar çeşitli olsa da tümünde ortak olan nokta, mevcut jeopolitik iddiaların altında yatan varsayımları sorgulama ve ortaya çıkarma arzusudur. Yine de Dodds (2007: 45), yol gösterici olması amacıyla ‘resmi, pratik ve popüler’ olarak üç kategori önerir. Resmi olan, akademisyenlerin entelektüel bir jeopolitik geleneğe nasıl yol açtıklarını ortaya çıkarmakla ilgilenir. Pratik, politika odaklıdır ve liderler, bürokrasi ve diğer siyasi kurumlar tarafından kullanılan coğrafi şablonlara odaklanır. Son olarak popüler olan, medya ile insanların kendi dünyalarını anlamlandırmak için kullandıkları diğer popüler kültür biçimleriyle ilgilidir (Dodds, 2007: 45-46).
Jeopolitiğin söylemsel bir pratik olarak yeniden kavramsallaştırılması geleneksel anlayışa dair önemli sonuçlar ortaya koymuştur. Eleştirel jeopolitik ilk olarak jeopolitiğin küçük bir akademik grubun çalışmalarıyla sınırlı entelektüel bir alan değil, siyasi bir eylem olduğunu göstermiştir. Yine geleneksel jeopolitik akıl yürütmenin siyasi algılara uygun mekânsal temsiller ürettiğini açığa çıkarmıştır. Bunlardan birisi, örneğin, Soğuk Savaş döneminde komünist bölgelerin ‘şer ekseni’ olarak temsil edilmesidir. Merkez devletlerin veya hegemon güçlerin dünyanın geri kalanının jeopolitik algılarını oluşturma ayrıcalığına sahip olduğunu ve jeopolitik farklılıklar vurgusunun kimlik siyasetinin parçası olduğunu da eleştirel jeopolitik çalışmalar ortaya koymuştur.
Eleştirel jeopolitiğin yeni bir düşünme biçiminin önünü açtığı kesindir. Fakat bu, Soğuk Savaş sonrası dönemde ana akım jeopolitiğin geleneksel analizlerini üretmeyi bıraktığı anlamına gelmemektedir. Aksine, yukarıda da bahsedildiği gibi, jeopolitik Soğuk Savaş döneminde olduğundan daha popüler ve çekici hale gelmişlerdir. Bu dönemde ana akım çalışmalar daha çok yeni dünya düzeni ve ABD’nin hegemon güç olarak yeni uluslararası düzen içindeki yerine odaklanmıştır. Örneğin Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası kitabında Avrasya’yı “küresel üstünlük mücadelesinin oynanmaya devam edildiği bir satranç tahtası” olarak tanımlamış ve “Avrasya’ya hükmedebilecek, dolayısıyla ABD’ye meydan okuyabilecek hiçbir rakibe izin verilmemesi gerektiğini” öne sürmüştür (Brzezinski, 1997: xiv).
Brzezinski’ye göre yeni dünya düzeni, bu defa Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran’ın kritik öneme sahip jeopolitik eksenler olarak belirdiği Avrasya bölgesinde güç mücadelesi ile kurulacaktır. Ayrıca Avrasya, Brzezinski’ye göre, Amerika, Afrika, Okyanusya ve kutuplar hariç tüm coğrafi alanları içine alan bölge olarak çok geniş bir alanı ifade etmektedir. Bu tanımlama Mackinder’in kalpgah teorisini hatırlatmakta ve Mackinder’in yaklaşımının Soğuk Savaş sonrası dönemde de ana akım jeopolitiği etkilemeye devam ettiğini göstermektedir. Brzezinski’nin yaklaşımının George Bush ve Bill Clinton yönetimlerinde ABD dış politikasında hayata geçirilmiş olması yazılanlara daha da önem atfetmiştir.
Bu dönemde büyük ses getiren bir diğer klasik jeopolitik çalışma ise Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması kitabı olmuştur.Huntington’ın yaklaşımı coğrafi alanlar üzerinde kontrol sağlama mücadelesine değil, mücadelenin belirleyici unsuru olarak medeniyetlere odaklanır. Huntington’un sözleriyle, “bu yeni dünyadaki temel çatışma kaynağı öncelikle ideolojik veya ekonomik olmayacaktır. [Bunun yerine] insanlığın bölünmesi ve çatışmaların temel kaynağı kültürel olacaktır” (Huntington, 1996: 22). Huntington kitabında ‘Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika’ uygarlıklarını içeren sekiz büyük uygarlığın yaşadığı yeni bir dünya haritası çizerek, geleceğin en önemli çatışmalarının bu medeniyetleri birbirinden ayıran kültürel fay hatları boyunca yaşanacağının öne sürmüştür (Huntington, 1996: 25). Bu anlamda Huntington’ın tartışması “diğerlerine karşı Batı” jeopolitiğine dayanmaktadır ve bir anlamda Batı’nın diğer medeniyetleri birbirlerine karşı kullanarak, kendi üstünlüğünü koruyabileceğini savunmaktadır (Cohen, 2015: 32).
Soğuk Savaş sorası jeopolitik çalışmalarını “Batı ve diğerleri” yaklaşımı üzerinden kavramsallaştıran bir diğer isim de Francis Fukuyama olmuşur. Ünlü “Tarihin Sonu?” makalesi ve ardından gelen aynı isimli kitabında Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizmin çöküşüyle birlikte Batı liberalizminin zafere ulaştığını ve böylece insanlığın düşünsel/yönetimsel evriminin son noktasını bulduğunu, bu nedenle geleneksel güç siyasetinin zayıfladığını iddia etmiştir.
11 Eylül saldırılarının ardından jeopolitik başka bir dönüm noktasına gelmiştir. Bu süreçte siyaset sahnesinde Huntington’un medeniyetler çatışması varsayımı büyük ölçüde benimsenirken, akademik alanda eleştirel jeopolitik etkisini artırmaya devam etmiştir. Soğuk Savaş döneminde Batı’nın ötekisi olan komünizm, Medeniyetler Çatışması anlayışının etkisiyle yerini radikal İslam tehdidine bırakmış, 11 Eylül saldırıları pratikte bu görüşü dünya siyasetine egemen olacak derecede güçlendirerek geleneksel jeopolitiğin geri dönüşüne katkı sağlamıştır. Bu şekilde Huntington’ın medeniyetler çatışması varsayımına uygun düşen ‘teröre karşı savaş’, ‘biz ve onlar’, ‘şer ekseni’ gibi kavram setleri çerçevesinde uluslararası sistemin temsil ediliş biçimi bir kez daha jeopolitik yaklaşımları öncelemiştir.