Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan birçok büyük silah sisteminin ilk denendiği zemin olmuştur denebilir. İlk kez denizaltılarla, askeri uçaklarla, uçak gemisi ve makineli tüfeklerle Büyük Savaş sırasında tanışıldı. Buna karşın Birinci Dünya Savaşı başladığında büyük ölçüde hala on dokuzuncu yüzyıl stratejileri kullanılıyordu. Yeni silahların etkin kullanımına yol açan teknik yenilik ve düşünce gelişimi, ancak iki savaş arası dönemde başlamıştır. Bu dönemde Birinci Dünya Savaşı deneyiminden yararlanılarak hem askeri teknoloji alanında yenilikler hem de yeni operasyonel kavramlar ortaya koyulmuştur. Bu süreçte askeri teknolojideki yenilikler ile strateji birbirlerini karşılıklı olarak etkilemiş ve dönüştürmüştür.
İki savaş arası dönemde stratejiye dair en temel konu, Birinci Dünya Savaşı’ndaki etkileriyle hava ve tank gücü olmuştur. Hava gücünün saldırı, kara gücünün ise savunma amaçlı kullanılması görüşü belirleyici hale gelirken, deniz ve kara gücü kesin sonuç alıcı yöntemler olmaktan çıkmıştır. Bu gelişmenin nedeni ise, aslında iki savaş arası dönemin stratejik bağlamdaki geçmiş deneyime dayanmayan tek yeniliği olan stratejik bombalamanın ortaya çıkışıdır. Stratejik bombardıman uçaklarının geliştirilmesinin temel motivasyonu da bir sonraki olası savaşın büyük bir donanma ve ordu çatışması olmaksızın gerçekleştirilmesinin istenmesiydi. Bunun için de düşmana nüfus merkezlerine ve ekonomik altyapısına yönelik bombardıman yoluyla boyun eğdirme temel hedef olarak benimsenmişti (Millett, 1996:331-332).
BU dönemdeki diğer askeri yenilikler de stratejik bombalama kadar etkili olmasalar bile, geleneksel savaş yolları için farklı alternatifler sunmuşlardır. Bu şekilde iki savaş arası dönemde mesafe, zaman, hava durumu, arazi, ateş gücü, stratejik ve operasyonel hareketlilik, kuvvet yapısı ve düşmanın silahlı kuvvetlerinin karakteri üzerine düşüncelerde gelişmeler yaşanmıştır. Ordular için temel kaygı bir tür mekanizasyon yoluyla operasyonel hareketlilik ile etkili ateş gücünü birbirine bağlamaktı. Savaşa hareketliliği ve saldırıyı geri getirecek şekilde tank taktiklerinin uygulanması, savunma stratejisi yapan orduları etkisiz hale getirecek ve savunmayı kırabilecek etkiler doğurmuştu. Bu da zırhlı ve mekanize birlikleri dengeli bir şekilde kullanarak sonuç alma arayışlarını askeri stratejinin en önemli konusu haline getirdi. Esasında bu tür stratejilerin temel kaygısının Birinci Dünya Savaşı’ndaki kitlesel yıkımı önleyebilecek yöntemler bulmak olduğu da söylenebilir.
Birinci Dünya Savaşı ve sonuçları büyük güçleri daha önceki dönemlerden daha belirgin şekilde genel stratejilerini geliştirmeye yöneltmiştir. Bu kapsamda İngiltere, Fransa ve ABD savunmacı stratejiler geliştirirken, Almanya ve İtalya gibi revizyonist taraftaki devletler saldırgan stratejilere yöneldiler. Bunlar arasında İngiltere’nin yatıştırma (appeasement) stratejisi, İkinci Dünya Savaşı’na giden yolda saldırgan stratejilerden çok daha fazla tartışılmıştır. Savaş giden süreçte Hitler’e cesaret verdiği ve savaşın çıkmasına engel olma olanaklarını yok ettiği gerekçesiyle eleştirilen yatıştırma politikası, barışı korumak amacıyla saldırgan bir devlete makul ödünler vererek onu yatıştırmak, böylece savaşa engel olmayı hedeflemişti.
İki savaş arası dönemde İngiltere’nin Nazi Almanya’sına karşı izlediği stratejinin başarısızlıkla sonuçlanmış olması sonraki dönemlerde stratejinin olumsuz bir çağrışımla anılmasına sebep olmuştur. Bu kapsamda özellikle İngiltere’nin Almanya’nın 1930’larda başlayan silahlanmasına göz yumması veya savaş yaklaşırken toplanan Münih Konferansı’nda (1938) Hitler’i yatıştırmak üzere Çekoslovakya’nın Südetler bölgesinin Almanya’ya verilmesini kabul etmesi savaşın çıkmasını önleyememiştir. Yatıştırma politikası hem o dönemde hem de sonrasında sıklıkla dönemin İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in Hitler’in niyetlerini anlayamamış olması nedeniyle yanlış algılamanın örneği olarak ele alınmıştır. Bu çerçevede günümüze kadar gelen, saldırgan eğilimler gösteren bir gücün ödünlerle yatıştırılmasına kesinlikle karşı çıkılmasını savunan “Münih Sendromu” kavramı özellikle Batı dünyasında hâkim olmuştur.
Öte yandan, yatıştırmanın herhangi bir stratejik hesaba dayanmadan, hesapsızca ortaya çıkarılmış bir strateji olarak değerlendirilmesine karşı çıkan görüşler de vardır. Bu görüşe göre yatıştırma politikası öne sürülenlerin aksine rasyonel bir hesaplamanın ürünüydü ve kısa vadede Almanya ile yeniden karşı karşıya gelmektense zaman kazanmak daha iyi bir stratejiydi. Buna göre, Almanya’nın tutumuna karşı çatışmacı tepki göstermemek farkında olmamak ya da endişe etmemekle değil, Alman tehdidinin en iyi ne zaman ve nasıl karşılanabileceğine dair bir hesaplamayla ilgiliydi (Ripsman ve Levy, 2012).
İngiltere’nin politikalarına karşılık Almanya’nın stratejisi temelinde 1914 öncesinden çok farklı dinamiklere dayanmıyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi iki savaş arası dönemde de Alman jeopolitik düşüncesinin odağı, Almanya’nın üstün askeri güce sahip bir devlet olmasına karşın, etrafındaki büyük güçlere kıyasla çok az doğal kaynağa sahip olması kaygısıydı. Bu düşünce/kaygıdan yola çıkan stratejiler, genişlemediği sürece Almanya’nın hayati önem taşıyan gıda ve hammaddeler için her zaman dışa bağımlı kalacağı ve varlığını sürdürmek için potansiyel askeri üstünlüğünü kullanmak zorunda kalabileceği sonucuna ulaşıyordu. Karl Haushofer gibi jeopolitikçiler ile yapılan ve 1914 öncesi döneme ait yerleşik argümanları yansıtan tartışmalar, Hitler’in Alman ekonomik ve askeri savunmasızlığı hakkındaki görüşlerini şekillendirmiş ve Alman stratejisini ‘hayat sahası’ (lebensraum) alanını sağlamak üzere saldırgan arayışlara yöneltmiştir.
Öte yandan, iki savaş arası dönemde Fransa için öncelik Almanya’nın Avrupa’nın ortasında yeniden güçlü bir tehdit olarak ortaya çıkmasını önlemekti. Bunu gerçekleştirmek için Almanya’yı büyük tazminatlarla zayıflatmak ve sembolik bir orduyla sınırlamak yolu benimsenmişti. Fakat Fransa, özellikle İngiltere ile yatıştırma stratejisi dolayısıyla çelişince, bu kadar büyük bir gücü sonsuza kadar bastırma imkanının sınırlı olduğunu fark ederek, daha pragmatik bir stratejiye yönelme gereği duydu.
Sovyetler Birliği’ne baktığımızda ise iki savaş arası dönemdeki temel stratejisinin Avrupalı güçler birbirlerini yıpratmaya devam ederken tarafsız kalmak ve kendi göreceli gücünü artırmak olduğu görülür. Bu şekilde, Avrupalı güçlerle derin ideolojik farklılıkları olmasına karşın Sovyetler Birliği’nin stratejisini ideoloji değil, realist güç hesapları şekillendirmiştir ve dengesinin gerektirdiği bir strateji ile hareket etmiştir. Bu kapsamda 1930’lar boyunca Alman tehdidi karşısında ideolojik kaygıları bırakarak İngiltere ve Fransa yanında yer almış, ancak koşullar olanak verdiğinde 1939’da Almanya ile saldırmazlık paktı imzalayarak güç maksimizasyonuna yönelmeyi tercih etmiştir. Bu noktada Sovyetler Birliği bağlamında genel stratejisinde ideolojinin hiçbir şekilde etkisi olmadığını öne sürmek de çok doğru değildir. Nihayetinde kapitalist dünya düşman olarak kodlanmıştır ve iki savaş arası dönem boyunca da İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı Sovyetler Birliği’ne saldırmak üzere kışkırtacakları endişesi 1930’lar boyunca canlı kalmıştır (Hass, 2012: 288). Bu düşünce de SSCB ulusal güvenlik anlayışını temelinden etkilemiştir.
Son olarak büyük güçlerden ABD’nin stratejisi genellikle ‘yumuşak dengeleme’ şeklinde tanımlanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan dünyanın etkili güçlerinden biri olarak çıkmasına karşın, politik tercihini yeniden geleneksel Avrupa sorunlarına karışmama yönünde yapmış olan ABD, stratejisini de yeni bir savaşa hazır olma üzerine oturtmamıştır. ABD’nin yeniden izolasyona dönüşünde 1929 Büyük Ekonomik Buhranının da etkisi olmuştur.
İki savaş arası dönemde askeri strateji büyük oranda askeri teknolojide yaşanan gelişmelerle şekillenir ve daha yıkıcı sonuçları olacak bir savaşa hazırlanırken, muhtemel bir büyük savaşın tarafları olacak büyük güçlerin genel stratejileri söz konusu gelişmeyle uyumlu olmamıştır. Saldırgan strateji benimseyen Almanya gibi revizyonist devletler dışında Avrupalı müttefikler tehditleri yatıştırmayı ve/veya dengelemeyi tercih etmiş, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin gösterdiği üzere başarısız olmuşlardır.