Savaş ve strateji arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. Strateji savaşın karakterini belirler, yani savaş stratejinin birincil kaynağıdır. Bu anlamda strateji hem mevcut savaşları anlamanın hem de gelecekteki savaşları öngörmenin temelidir. Öte yandan savaş da insanlık tarihini büyük oranda şekillendiren unsur olarak öne çıkmıştır. Bu nedenle çok tanıdık ve bilinen bir kavramdır. Yine de bilimsel anlamda savaşın genel kabul gören bir tanımını yapmak kolay değildir.
Savaş denildiğinde aklımıza ilk gelen, devletler arasındaki silahlı çatışmalar olmaktadır. Türk Dil Kurumu Sözlüğü de savaşı, “Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele” olarak tanımlanmaktadır. Benzer şekilde, Webster İngilizce Sözlük de devletler veya halklar arasında genellikle açık ve ilan edilmiş silahlı düşmanca çatışma durumu olarak tanımlanmaktadır.
Akademik literatürde ise savaşın tanımı daha geniş bir perspektiften, devlet dışı aktörler de dahil edilerek yapılmaktadır. Bu çerçevede örneğin, kuvvet kullanımını açısından devletler arası silahlı çatışmalarla benzerlik gösteren toplum içi çatışmalar (iç̧ savaş gibi) da analize dahil edilmektedir. Bu şekilde en genel anlamıyla savaş, bir topluluğun farklı siyasi hedeflerine ulaşabilmek adına “kuvvet” kullanması olarak tanımlanabilir. Clausewitz’in de belirttiği gibi savaş sosyal ve siyasal bir faaliyettir ve savaşa dair genel tanımlamanın bu niteliği de içermesi gerekir. Bu bağlamda savaşın, “siyasal birimlerin farklı hedeflere ulaşmak için birbirlerine karşı uyguladıkları düzenli şiddet” şeklindeki tanımı daha kapsayıcıdır.
Savaş her ne kadar akıllarda olumsuz bir çağrışım yapsa da tarih boyunca bugün anladığımız şekilde olumsuz görülmemiştir. Zaman zaman insanlığın, siyasal hayatın veya devlet olmanın doğal uzantısı olarak görüldüğü, hatta bazen nihai amacıyla ilişkili olarak kutsal sayıldığı da olmuştur.
Klasik dönem stratejistlerinden Sun-Tzu savaşı bir var olma/yok olma sorunu olarak tanımlayarak, sevk ve idare edilmesi gereken bir olaylar silsilesi olarak görür. Bu noktada devreye söz konusu sevk ve idareyi sağlayacak araç olan strateji girer. Thucydides’e göre ise savaş, gücün ve güç arayışının sonucudur. Güç arayışı zayıf olanın duyduğu korkuyla birleşince savaşlara yol açar. Savaşa yol açan bu güç ve korku unsurları insan doğasına özgü olduğundan savaş Thucydides için kaçınılmaz, strateji ise bu kaçınılmaz durumdan kazançlı çıkmanın en önemli yoludur. Nitekim Thucydides, Peleponnez savaşlarında Atina’nın yenilgisiyle iyi bir stratejiye sahip olmaması arasında doğrudan ilişki kurar.
Antik çağdan Rönesans dönemine geçtiğimizde, Nicolo Machiavelli’nin savaş tanımını buluruz. Machiavelli için en önemli politik amaç̧ devletin bekâsıdır, savaş da bu amacı gerçekleştirmek için gerekli bir araçtır.
Aydınlanma döneminde Thomas Hobbes ve Jean Jacques Rousseau’nun görüşlerine bakabiliriz. Hobbes’a göre savaş, devletlerarası ilişkileri belirleyen “doğa durumu”nun bir uzantısıdır. Doğa durumu, düzen, hukuk ve adaletin var olmadığı ve insanların daha fazla güç elde etme arzusundan kaynaklanan “herkesin herkesle savaştığı” durumdur. İnsanlar, bu savaş halinden kurtulmak için bireysel özgürlüğünden ve kendini yönetme yetkisinden vazgeçip bunu ortak bir güce, yani devlet ya da topluma devretmekte iken, devletler arası alanda bu öngörülmemektedir. Çünkü Hobbes’a göre, devletler arasındaki doğa durumu kazançlı olduğundan katlanılabilir, dolayısıyla kaçınılmazdır. Rousseau, Hobbes’un aksine, savaşları insan doğasına dayandırmaz. Savaş sosyal bir kurumdur ve kaynağı uluslararasındaki eşitsizliktir. Savaşların insanlardan değil, toplumsal eşitsizlikten kaynaklandığını düşünen Rousseau’ya göre bu soruna uluslararası düzeyde çözüm bulmak, dolayısıyla da savaş sorununu ortadan kaldırmak olanaklı değildir (Hoffman, 1963: 322).
19. yüzyılda savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak tanımlayan Clausewitz ile karşılaşırız. Clausewitz’e göre siyasal hedef amaç, savaş ise sadece bu yolda bir araçtır. Siyasal amaçla, savaşın kendine özgü araçları arasında çelişkiye düşülmemesini sağlayacak olan, Clausewitz’in savaş sanatı olarak adlandırdığı stratejidir. Bir diğer 19. yüzyıl düşünürü Georg Wilhem Friedrich Hegel’in düşüncesinde savaş, kaçınılmaz ve doğal olarak karşılanmakla kalmaz, aynı zamanda yüceltilir de. Çünkü Hegel’e göre başarılı savaşlar, devletlerin gücünü sağlamlaştırır ve bu yolla ulusal onuru korur. Strateji düşüncesine önemli katkıları olan öncü bir isim olan Antoine Henri Jomini ise ilk kez savaşı bir sanat değil, bilim olarak tanımlamış ve bu çerçevede savaşı geometrik yöntemlerle anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. Çağdaşı Clausewitz gibi savaşlarda politikanın etkisini yok saymamakla birlikte, savaşın bilimsel olduğunu varsaydığı pratik yönleriyle daha fazla ilgilenmiştir. Bu bağlamda savaşı strateji ve taktik çerçevesinde ele almıştır.
Söz konusu tarihsel tanımların genel olarak savaşı sosyo-politik bir çerçeveden tanımlamış oldukları söylenebilir. Diğer yandan bu tanımlar savaşların ne sosyal ve siyasal açıdan olumsuz görüldüğü ne de hukuki açıdan kısıtlandığı ya da yasaklandığı dönemlerde ortaya koyulmuşlardır. Bu anlayış ancak 20. yüzyılda, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın ardından yerleşmeye başlayacak ve bu şekilde Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıyla devletler arası ilişkilerde savaşın bir araç olarak kullanılması uluslararası hukuk açısından sınırlandırılmaya çalışılacaktır. Benzer bir şekilde iki savaş arası dönemde (1928) ABD Dışişleri Bakanı Frank B. Kellog ile Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın girişimleri sonucu hazırlanan Briand-Kellog Paktı savaşı bir dış politika aracı olarak yasaklama konusundaki ilk uluslararası girişimdir. Savaşın hukuken yasaklanması ise ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gerçekleşecektir. Birleşmiş Milletler Şartında (md 2/4) üye devletler, uyuşmazlıklarını uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye sokmayacak biçimde barışçı yollarla çözmeyi, yani uluslararası ilişkilerinde savaşa başvurmamayı taahhüt etmektedirler.
Bir yandan uluslararası hukukta savaşmanın yasaklandığı, diğer yandan strateji çalışmalarının bir araştırma alanı olarak ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte savaş farklı düzeylerden de tanımlanmaya başlanmıştır. Bu süreçte geleneksel sosyo-politik bakış açısı geçerliliğini sürdürmüştür. Fakat farklı düzeylerden yapılan savaş tanımlamaları hem geleneksel bakış açısıyla hem de bazı bakımlardan mevcut uluslararası hukukla çelişen unsurlar taşımaktadır. Söz konusu çelişki ise savaşın taraflarının kimler olduğu ile ilgilidir, çünkü savaş hem yaygın literatürde hem de uluslararası hukukta devletler arası kuvvet kullanma durumu olarak kabul edilir.
Bu çerçevede nicelik üzerinden yapılan savaş tanımlamalarından söz edilebilir. Bu yaklaşıma göre bir silahlı çatışmanın savaş sayılabilmesi için büyüklük, hazırlık ve meşruiyet şeklinde sıralanan nicel koşullar vardır. Bu kapsamda bir silahlı çatışmanın savaş sayılabilmesi için en az 1000 ölümle sonuçlanması gerekir (burada çatışma dışında savaştan kaynaklana kıtlık, hastalık ve benzeri koşulların sebep olduğu ölümler sayılmaz). Yine çatışmanın önceden hazırlanmış olması (birliklerin toplanması, eğitilmesi ve konuşlandırılması, silah ve mühimmatın elde edilmesi) ve belirli bir plan dahilinde işliyor olması gerekir. Son olarak da çatışmanın bir hükümet veya yarı-hükümet örgütü tarafından meşrulaştırılmış olması, yani öldürmenin bir suç değil, görev olarak algılanması gerekir (bu koşulla birçok büyük iç savaş uluslararası savaş sayılabilecektir).
Savaşı hukuki boyutuyla tanımlamayı tercih eden yaklaşıma göre bir çatışmanın savaş olarak tanımlanabilmesi için tarafların hukuken egemen siyasal birimler olması gerekir. Bu durumda egemen bir otoriteye karşı bir ayaklanma, isyancı taraf egemen güç iddia edebilecek bir yapı kurmayı başarırsa, savaş özelliğini üstlenebilir. Savaşın farklı bakış açılarından farklı şekillerde tanımlanma çabasına karşın hem uluslararası hukuk hem de uluslararası ilişkiler pratiğinden çıkarabileceğimiz sonuç, savaşın devletler arası kuvvet kullanmayla ilgili olduğunun yaygın olarak kabul edildiğidir. Bu nedenle devlet dışı aktörlerin söz konusu olduğu silahlı çatışma durumlarında düşük yoğunluklu çatışma, teröre karşı savaş ya da ayaklanmaya karşı koyma (counterinsurgency) gibi farklı kavramlar kullanılmaktadır.
Savaşın niceliksel ölçütlere göre tanımlanması ile nitel açıdan yapılan tanımları arasında önemli bir farklılık vardır. Nicel tanımlamalar savaşın dışsal sonuçları üzerinden tanım yaparken, nitel yaklaşım şiddet eyleminin içsel mantığına odaklanır. Bu bağlamda, kendi aralarında da önemli farklılıklar içermesine rağmen nitel yaklaşımların nicel yaklaşıma göre daha kapsayıcı olduğu söylenebilir. Nitel yaklaşımlar arasındaki farklılıklar büyük oranda savaş tipolojilerine dayanır ve aslında savaşların zaman içerisinde değişen niteliğinin ortaya çıkardığı ihtiyaçtan doğmuştur. Bu nedenle savaş türleri konusu ele alındığında savaş kavramını nasıl ele aldıkları ve tanımladıkları daha fazla açıklığa kavuşacaktır.