İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsız bir araştırma alanı olarak ortaya çıkmaya başlayan stratejik çalışmalar, 1955’ten itibaren artık yerleşik bir alan haline gelmiştir. Bu dönem aynı zamanda nükleer silahlanmanın hem uluslararası ilişkiler pratiğine hem de stratejik çalışmaların merkezine yerleştiği dönemdir. Yaklaşık 10 yıl sürecek olan bu dönem, Soğuk Savaş’ın yumuşama sürecine girmesiyle sönecek, stratejik çalışmalar da geri plana düşecektir.
Bu dönemde nükleer silahlanma Stratejik Çalışmaların merkezine yerleşmekle kalmamış, bir önceki dönemde nükleer silahlanmaya olan ilginin yönünü de değiştirmiştir. Örneğin 1946’da Brodie “Mutlak Silah” başlıklı çalışmasında nükleer silahların felakete yol açma ihtimali üzerinde durarak nükleer silahlanmanın sınırlandırılması konusuna odaklanmıştı. Bu dönemde ise temel soru “devletler kitle imha silahlarını nükleer felakete yol açmadan dış politikalarında bir araç olarak nasıl kullanabilirler” olmuştur (Baldwin, 1995: 123).
Dönemin stratejistleri bu soruya yanıt ararken caydırıcılık teorisini geliştirmişlerdir. Buna göre, nükleer silahlar çatışma için değil, ancak karşıdaki gücü çatışmadan ve nihayetinde nükleer silahlara başvurmaktan caydırmak üzere kullanılabilecekti. Caydırıcılık bu şekilde söz konusu soruya verilen diğer tüm yanıtlar içerisinde öne çıkarak dönemin hâkim yaklaşımı haline gelmiştir.
Nükleer silahların varlığı ve nükleer savaş tehdidi stratejik çalışmalar alanında teorileşme çalışmalarını da teşvik etmiştir. Betts’in vurguladığı gibi nükleer savaş ampirik olmaktan çok teorikti, çünkü misillemenin söz konusu olmadığı Hiroşima ve Nagazaki dışında gerçekleşmiş tarihsel bir örnek yoktu (Betts, 1997: 13). Bilimsellik iddiası ve teorileşme ile 1960’lardan itibaren stratejik çalışmalar alanında doğa bilimleri metodolojisine yakın yaklaşımların ağırlığı artmış, bu şekilde stratejik çalışmalar, sibernetik modeller, deneysel psikoloji, oyun teorisi ve benzeri bilimsel yöntem ve araçları içermeye başlamıştır.
Söz konusu yaklaşımlardan Oyun Teorisi, stratejik çalışmalar alanındaki etkisi bakımından öne çıkmış, hatta bu dönemde alana hâkim olmuştur denilebilir. Tüm sosyal durumların matematiksel değerlere indirgenebileceği varsayımına dayanan Oyun Teorisi, belirli bir stratejik durum içinde aktörler için ‘en rasyonel tercihi’ belirlemeyi hedefler. Nükleer çatışma olasılığının stratejik çalışmalar alanının merkezinde olduğu bu dönemde oyun teorisiyle yekpare rasyonel çözümlere ulaşılması beklenmiştir. Oyun teorisinin dayandığı rasyonellik anlayışına göre birey, birçok alternatifle karşı karşıya olsa da alternatiflerini önceliklerine göre değerlendirebilen, alternatifler arasında her zaman önceliklerini en iyi karşılayanı seçebilen ve aynı alternatiflerle karşı karşıya kaldığı her seferde aynı kararı verebilen kişidir.
Bu varsayımla yola çıkan oyun teorisine göre oyundaki her tarafın tutarlı ve geçerli öncelikleri vardır ve her oyuncu, diğer oyuncunun oyunun sonucunu etkileyebilecek farklı çıkarları olduğunu hesaba katarak kendi ödüllerini artırmaya çalışır. Bu ödüller, olası sonuçlar ve alternatif tercihler ödül matrisi (payoff matris) denilen bir grafikte gösterilir. ‘Tavuk Oyunu’ ve ‘Mahkûmun İkilemi’ bu dönemde en çok kullanılan oyunlar olmuş, özellikle Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki nükleer silahlanma yarışına uyarlanan oyunlar stratejik çalışmalar alanında başat stratejilere ağırlık verilmesine yol açmıştır.
Oyun teorisini ve diğer doğa bilimlerine dayalı metodolojileri bu dönemde öne çıkaran unsurlardan birisi de iki kutuplu uluslararası sistemde süper güçlerce sürdürülen ideolojiye dayalı mücadele ortamında ideoloji, kişisel değerler ve etik gibi sübjektif unsurları değerlendirmeye dahil etmeyen, sadece kazanca odaklı modeller sunmuş olmalarıdır. Bu şekilde stratejik çalışmalar rasyonalite varsayımı etrafında şekillenen, devlet-merkezli bakış açısıyla gelişmiştir.
Bir başka deyişle, Soğuk Savaş döneminde Uluslararası İlişkilerin hâkim teorisi realizm, Stratejik Çalışmalar alanına da hâkim olmuştur. Siyasal hedeflere ulaşmak için gücün nasıl kullanılacağı arayışına yönelen strateji, anarşik uluslararası sistemde hayatta kalma mücadelesi veren devletlere yol göstermek için formüle edilmiştir. Bu bakış açısıyla ilişkili bir diğer durum da stratejik çalışmaların politika yönelimli (policy oriented) olmasıdır. Bu dönemde stratejistler genel olarak politika oluşturuculara tavsiyede bulunup, stratejiyi bir rehber olarak sunmuşlar, hatta bir kısmı politika oluşturma süreçlerinde aktif rol almışlardır. Bu durum zamanla stratejik çalışmalara dönem açısından yöneltilen en önemli eleştirilerden birisine dönüşmüştür.
Bir önceki bölümde vurgulandığı üzere stratejik çalışmalar düşünce kuruluşlarında doğmuştu ve altın çağında da neredeyse tamamen düşünce kuruluşlarında gelişen bir alan olmuştur. Bu şekilde caydırıcılık yaklaşımı da oyun teorisi de düşünce kuruluşlarında yapılan çalışmaların bir ürünü olmuştur. Söz konusu çalışmaları gerçekleştiren stratejistler esasında üniversitelerde görevliydiler fakat konuyla ilgili çalışmalarını düşünce kuruluşları çerçevesinde yürütmüşlerdir. Bu bağlamda dönemin stratejik çalışmaları büyük oranda ABD’de yerleşik düşünce kuruluşlarında yürütüldüğünden, alanın gelişiminde Amerikan etkisinin baskınlığı ile karşılaşırız. Böylece, kuruluş ve gelişme döneminde Stratejik Çalışmaların temel araştırma konuları ABD’nin güvenlik endişeleri etrafında şekillenmiş, nükleer silahlanma yarışı ve nükleer savaş olasılığı gibi konular etrafında sınırlanan çalışmalar gelişmekte olan ülkelerin sorunlarını göz ardı etmiş, bu çerçevede iç savaş, devrim, müdahale, gerilla savaşı gibi konvansiyonel nitelikli sorunlar bu dönemde stratejistlerin ilgisini çekmemiştir.