1939-1945 arasında cereyan eden İkinci Dünya Savaşı, stratejinin siyasal hedeflerin gerçekleştirilmesi amacıyla askeri gücün kullanılması olarak hayat bulduğu son örnek olmuştur denilebilir. Savaşın sonunda atılan iki atom bombasının (Ağustos 1945’te Hiroşima ve Nagazaki) klasik savaş paradigmasını ortadan kaldırdığı ve yeni bir savaş çağını başlattığı yaygın olarak kabul edilmektedir. Yirminci yüzyılın Clausewitz’i olarak da adlandırılan, Amerikalı nükleer dönem stratejisti Bernard Brodie 1946’da “bugüne kadar askeri kuruluşlarımızın temel amacı savaşları kazanmak olmuşsa da şu andan itibaren asıl amacı onları engellemek olmalıdır. Neredeyse bundan başka hiçbir yararlı amacı olamaz” (Brodie, 1978: 65) derken, strateji açısından da devrim niteliğinde bir dönüşüme işaret etmekteydi.
Nükleer silahların ortaya çıkması strateji anlayışında değişim getirmekle kalmamış, nükleer dönemde strateji (özellikle geniş anlamında strateji) askerlerden ziyade sivil uzmanların ilgilendiği ve karar vericilere tavsiyede bulunduğu bir alana dönüşmüştür. Yine bu çerçevede daha önceleri strateji ile ilgilenen siviller genellikle tarihçiler arasından çıkarken, nükleer dönemde siyaset bilimi ve ekonomi alanlarının ağırlığı artmış, ama bu alanlarla da sınırlı kalmamıştır. Nitekim strateji, nükleer dönemde disiplinler arası bir nitelikte ele alınmaya başlanmış, fizik, matematik, psikoloji ve sosyoloji alanlarından gelen kişiler de strateji düşüncesine katkıda bulunmuştur. Bilgisayarların ve dijitalleşmenin de hayatımıza girmesiyle birlikte 20. Yüzyılın son çeyreğinde stratejinin gerektirdiği disiplinler-arasılık daha da belirgin hale gelmiştir.
Böylece strateji düşüncesine yeni bir alan açan nükleer silahların varlığı strateji düşüncesinde uzun süre nükleer stratejiyi hakim kılmıştır. Kendi kavramsal çerçevesi ve ilkelerini geliştiren nükleer stratejinin merkezine ise caydırıcılık yerleşmiştir. Bu da nükleer çağda stratejiyi her zamankinden daha fazla savaşla değil, barışla ilgili hale gelmiştir.
Nükleer silahlanmanın strateji düşüncesine getirdiği bir diğer yenilik ise silahlanmanın kontrolü çabakarı olmuştur. Silahlanmanın kontrolü ve silahsızlanma esasında Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası ilişkiler gündemine girmiş olmakla birlikte (bu konudaki görüşler daha da eskiye dayanmaktadır), bu dönemde söz konusu olan nükleer silahlanma ve kullanılmaları halinde nükleer yok oluş olduğundan, silahların kontrolü konusu daha da öne çıkmıştır. Soğuk Savaş dönemi bu anlamda sadece strateji teorisinde değil, uluslararası ilişkilerin işleyişinde de ABD ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmaları (SALT I ve SALT II), Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT) gibi uygulamalarla pratikte de silahların kontrolü konusunu gündemde tutmuştur.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ise, kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi çerçevesinde, silahsızların sınırlandırılması çabası Soğuk Savaşın iki süper gücü arasındaki bir süreç olmaktan çıkıp, radikal rejimler ve devlet dışı aktörleri de kapsayacak kadar geniş ve karmaşık bir sorun olarak (Levi ve O’Hanlon, 2005: 137) strateji gündeminin pratik ve teoride merkezinde yer almaya devam etmiştir.
Nükleer dönemin strateji düşüncesinde öne çıkardığı bir diğer unsur ‘sınırlı savaş’ kavramı olmuştur. Sınırlı savaş elbette antik çağlarda da rastlanabilecek kadar eski bir kavramdır. Nitekim haklı savaş (just war) literatüründe de kendisine yer bulmuştur; 20. yüzyılda ise ele aldığımız stratejistlerden birisi olan Liddel Hart tarafından da vurgulanmıştır. Fakat nükleer silahların varlığı strateji düşüncesindeki yerini üst sıralara taşımıştır. Bu dönemde Bernard Brodie ve Thomas Schelling gibi Soğuk Savaş’ın önemli stratejistleri savaşların sınırlı olması gereği üzerinde durmuşlardır. Bu çerçevede nükleer dönemde sınırlı savaşın anlamı, klasik anlamından farklılaşmış ve savaşı sınırlı tutmaktan daha fazla, tırmanmayı kabul edilebilir sınırlarda tutmakla ilgili hale gelmiştir. Bu şekilde, çatışma başladığında meydana gelecek ilk nükleer çatışmaların hedefi, cephede dengeyi kendi lehine çevirmek değil, esasında savaşı devam edilemeyecek kadar tehlikeli hale getirmeye dönüşmüştür (Freedman, 2013: 171).
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin bir diğer özelliği olarak, eski sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanma süreci ve bu süreçte ortaya çıkan gerilla savaşlarının genel olarak stratejiye etkisinden de söz etmek gerekir. Gerilla savaşı bu dönemde ilk kez ortaya çıkmış bir durum değildir. Zaten Clausewitz ve Jomini de kitaplarında gerilla savaşına yer vermişlerdi. Fakat, bu dönemde tecrübe edilen ulusal bağımsızlık savaşları strateji literatürüne ‘isyana karşı koyma’ (counterinsurgency) gibi kendi kavram, strateji ve taktiklerini kazandırmıştır. Gerilla gibi gayr-i nizami kuvvetlere karşı kullanılan eylemlerin tümü bu kapsamda ele alınmış ve burada bir devlet ile devlet-dışı aktörün çatışmasının yöntem ve çerçevesi gündeme gelmiştir.
Nükleer dönemde strateji ile ilgili belirtilmesi gereken bir başka özellik de strateji anlayışında genel stratejinin yerinin düşüş ve yükselişidir. Soğuk Savaşın yaklaşık ilk yirmi beş yılında nükleer strateji ve sınırlı savaş stratejisinin hakimiyetinin etkisiyle genel strateji strateji düşüncesindeki yerini nerdeyse kaybetmiştir. Bu dönemde genel stratejiden söz edilse dahi tanımına uygun bir bağlamda ele alınmamıştır. Örneğin ABD’nin çevreleme (containment) stratejisi bir genel strateji olarak yansıtılmıştır, fakat çevreleme stratejisi bir genel politika olmakla birlikte genel strateji olarak kabul edilemez (Aydın, 2021: 204). Genel strateji anlayışının strateji düşüncesindeki yerinin yeniden yükselmesi 1970’li yıllarda gerçekleşmiştir. Vietnam savaşının kötü tecrübelerinden etkilenen Amerikalı stratejistlerin siyasal amaçlarla kuvvet kullanmanın yararını sorgulamaya başlamaları, amaçlarla araçlar arasındaki denge konusunu öne çıkarak yeniden genel stratejiye odaklanılmasını sağlamıştır. Yine de genel stratejinin yeniden strateji anlayışında üstün konuma gelmesi Soğuk Savaş sonrası dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönemde, iki kutuplu düzenin sona ermesi ve bunun yarattığı belirsizlik ortamı strateji anlayışının yeni güvenlik anlayışı ve çalışmaları alanına entegre edilmesini getirmiş, bu durum genel strateji anlayışını yeniden canlandırmıştır. (Bu konuda detaylı bilgi için bkz., Modül 2, ‘Stratejik Çalışmalarda Yeniden Canlanma’ dersi).