Feminist güvenlik, güvenlik söyleminde toplumsal cinsiyet perspektifleri ile kadın deneyimlerini merkeze alarak geleneksel güvenlik paradigmalarına meydan okuyan, dinamik ve gelişmekte olan bir yaklaşımdır. Toplumsal cinsiyet, güç ve güvenliğin birbiriyle bağlantılı olduğunun altını çizmekte ve güvenliğe daha kapsayıcı ve bütüncül bir yaklaşımın gerekliliğini vurgulamaktadır.
Feminist güvenlik, “çok boyutlu ve çok seviyeli her türlü şiddetin azaltılması” olarak tanımlanmaktadır (Tickner, 2001). Merkeze insan güvenliği anlayışı koyularak, evin içinin hukukun ötesinde olması ve yeri evin içi olarak görülen kadınların korunmaması eleştirilmektedir. Başka bir deyişle, özel alanda olanlar devletlerin güvenliğin kapsamında dikkate alınmadığından, devlet, kadınların evdeki güvenliğini sağlayamamaktadır. Feministler ise özel alanın da siyasi olduğunu göstererek, ev içi şiddetin de hukukun kapsamında olduğunu ve devletin evin içerisindeki kadınları da korumasının gerektiği belirtilmektedir.
Feminist güvenlik kavramı, aşağıdan yukarı (bottom-up) bir yaklaşımı temel almaktadır. Sosyal ilişkiler, kimlik, kültür ve yorumsama feminist güvenlik için önemlidir. Güvenlik konusunda devletin ötesinde özgürleştirici bir vizyona sahiptir. Bütün bunları yaparken, toplumsal cinsiyet kavramını, analizinin merkezine oturtmaktadır. Bu şekilde mikro seviyedeki gizli-saklı savaş sebeplerini açıklamayı hedeflemektedir (Tickner, 2001). En temelde, ‘devletler, güvenlik arayışını hegemonik erkekliğe başvurarak nasıl meşrulaştırıyor?’ sorusuna cevap aramaktadır. Başka bir deyişle, feminist güvenlik çalışmaları savaşın mikro seviyedeki etkilerini analiz ederek, savaşın nedenleriyle alakalı daha detaylı bilgi vermektedirler (Youngs, 2004).
Feminist güvenlik bağlamında Tickner, ‘koruma miti’ kavramından bahsetmektedir. Bu kavrama göre, erkeklerin savaş zamanında kadın ve çocukları koruyabildiği anlayışı bir mitten ibarettir. Bunun iki sebebi vardır. İlk olarak erkeklerin, kadın ve çocukları korumak amacıyla savaşmasına rağmen, savaşlarda ölen çok sayıda kadın ve çocuk vardır. Özellikle 20. yüzyılın başlarına oranla günümüzdeki savaşlarda sivil kayıplar ve bu anlamda da kadın ve çocuk kayıpları artmıştır. Kadınların savunmasızlığı mülteci kamplarında daha da artmaktadır. Zira mülteci kamplarında yiyecek ve giyecek gibi ürünlerin erkek-egemen dağıtım süreci kadınları mağdur etmektedir. İkinci olarak savaş döneminde tecavüzün pek çok örnekte sistematik bir askeri strateji olarak kullanıldığı görülmektedir. Soğuk Savaş sonrasında Ruanda, Kuzey Uganda ve Bosna-Hersek’te yaşananlar bu duruma örnek oluşturmaktadır (Tickner, 2001).
Uluslararası güvenliği cinsiyetlendiren feminist güvenlik perspektifleri, stratejik söylemin erilliğini ve bunun stratejik politika üzerindeki sonuçlarını analiz ederek, kadınların korunan bir kategori olduğu iddiasına karşı çıkmıştır. Bu hikayelerin, bireylerin toplumda nasıl işlev gördüğüne dair erkek temsillerine dayandığını ortaya koymuştur.
Feminist güvenlik, aşağıdan yukarı bir yaklaşım benimsediğinden savaşın mikro seviyedeki etkilerini de analizlerine dahil etmektedir. Böylece savaşın nedenleriyle alakalı olarak geleneksel Uluslararası Güvenlik Çalışmalarının kaçırdığı ek bilgiler sağlamaktadır. Aynı zamanda savaşlarda ve orduda kadınların ve çocukların maruz kaldığı ölüm, tecavüz, sakatlanma, yerinden edilme, yoksunluk, seks turizmi, orduda seks işçiliği, vb. davranış kalıplarını açığa çıkarmaktadır (Youngs, 2004).
Feminist yaklaşımdan güvenlik-milliyetçilik ilişkisine bakıldığında ise kadının dört işlevi tespit edilmekte ve eleştirilmektedir. İlk işlev kadınların, etnik grupların biyolojik üreticileri olduğu iddiasıdır. Bu iddiaya göre kadınların işlevi, etnik temelli topluluklara yeni üyeler kazandırmaktır. İkinci işlev kadınların, etnik ve milli grupların sınırlarını yeniden üreten cinsiyet olduğu iddiasıdır. Bu iddiaya göre, kadınların işlevi, yeni üyenin ve dolayısıyla toplulukların milliyetçiliklerinin hangi derece ve hangi türde olacağını ev içerisinde çocuğa verdiği eğitim ile belirlemektir. Üçüncü işlev kadınların grubun/toplumun ortak kültürel özelliklerinin devamlılığını sağladığı ve ideolojinin üreticisi olduğu iddiasıdır.
Bu iddiaya göre kadınlar, çocuklarına kim olduklarını ve diğerlerinin kim olduğunu söylerken, diğerlerine de çocuklarının kim olduğunu söyleyen cinsiyettir. Dördüncü işlev kadınların, ideolojik söylemlerin sembolü ve odak noktası olduğudur. Bu iddiaya göre, milliyetçilik annelik makamını kutsal görmekte ve bu kutsiyet de kadınlara milliyetçiliğin sembolü sorumluluğunu yüklemektedir. Dolayısıyla milliyetçiliğin yaratıcısı ve onun taşıyıcısı olarak anne figürü kullanılmakta ve görülmektedir. Feminist yaklaşımlar bu kullanımlarım ve kategorileştirmelerin tümünü sorunlu bulmakta ve eleştirmektedir.
Eleştirilere bakıldığında, ilk iddiaya yönelik kadın metalaştırılmakta ve kadına, milliyetçi bireyleri üretme aracı olarak bakılmaktadır. Bu durum, kadınların bedenlerinin kontrol edilmesine, kürtaj gibi uygulamalarla bedenlerine müdahale edilmesine, üreme rollerinin vurgulanmasına ve eylemliliklerinin kısıtlanmasına yol açabilmektedir. Milliyetçiliğin ikinci, üçüncü ve dördüncü iddiası ise kadınları ev içi rollerle sınırlandırmakta ve kadınların kamusal ve siyasi alanlara katılımlarını kısıtlamaktadır.
Milliyetçi hareketler erkek deneyimlerine ve bakış açılarına öncelik verme eğiliminde olduğundan (Enloe, 2000), ulusal kimliğin, politikaların ve karar alma süreçlerinin şekillendirilmesinde kadınların katkılarını ve çıkarlarını bir kenara itmektedir. Böylece kadınların farklı deneyimleri ve kaygıları göz ardı edilmekte veya silinmektedir. Feministler, bu tür bakış açılarının kadınların toplum içindeki çok yönlü rollerini, deneyimlerini ve katkılarını basitleştirdiğini savunmaktadır. Kadınların deneyimlerinin ve aidiyetlerinin ırk, sınıf, etnik köken, cinsellik ve daha birçok faktöre bağlı olarak büyük farklılıklar gösterdiğini vurgulamaktadır.
Sonuç itibariyle feminist güvenlik, toplumsal cinsiyetin merkezliliğini, kesişimselliğini ve kapsayıcılığını vurgulayarak geleneksel güvenlik paradigmalarına meydan okumaktadır. Toplumsal cinsiyetin ana-akımlaştırılmasını ve uluslararası kararlar ile ulusal eylem planlarının kabul edilmesini teşvik ederek, güvenlik politikası üzerinde etkiye sahip olmaya başlamıştır. Dahası, çatışmaların önlenmesi, insani yardım müdahaleleri ve siber güvenlik söylemine katkıda bulunarak güvenlik ortamını yeniden şekillendirmektedir.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi çatışma bölgelerinde feminist güvenlik analizleri, cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin yaygınlığını önemli güvenlik sorunları olarak vurgulamıştır. Çatışmadan etkilenen kadın ve kız çocuklarının deneyimlerine odaklanılarak, politikalar bu özel kırılganlıkları ele alacak şekilde şekillendirilmiştir. Kolombiya’daki barış müzakerelerinde ise feminist güvenlik savunuculuğu, kadınların müzakere masasına katılımını sağlamıştır. Bu katılım, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, kadın hakları ve toprak hakları ile ilgili hükümlerin barış anlaşmasına dahil edilmesine katkıda bulunmuştur. İsveç’in Kadın, Barış ve Güvenlik Ulusal Eylem Planı, feminist güvenliğin politikayı etkilemesine başka bir örnektir. Plan, kadınların barış süreçlerine katılımını teşvik etmeye, çatışmayla bağlantılı cinsel şiddeti önlemeye ve insani yardımın toplumsal cinsiyete özgü ihtiyaçları karşılamasını sağlamaya yönelik stratejilerin ana hatlarını çizmektedir. Hindistan gibi ülkelerde ise çevrimiçi cinsiyete dayalı şiddeti ele alma ve kadınlar için dijital katılımı teşvik etme çabaları, siber güvenlik alanında feminist güvenlik yaklaşımlarını sergilemektedir. Politikalar ve programlar, kadınların çevrimiçi alanlarını korumayı ve dijital katılımlarını sağlamayı amaçlamaktadır.
Böylece dünya değişen güvenlik sorunlarıyla yüzleşirken, feminist güvenlik yaklaşımı da 21. yüzyılda güvenliğin karmaşık ve birbiriyle bağlantılı boyutlarını ele almak için yeni ve kritik bir mercek sunmaktadır.